loading
close
SON DAKİKALAR

Erdoğan kaybetti, Bekir Coşkun kazandı

Barış Terkoğlu
Tarih: 22.10.2020
Kaynak: Barış Terkoğlu - Cumhuriyet

Barış Terkoğlu; Cumhurbaşkanı’nın “medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor” sözleri, Bekir Coşkun’un ölüm haberinin tam üstüne geldi. Tabutuna bırakılmış Sözcü gazetesine bakıp “sürgündü” diye iç geçirdim.

İnsan kendi yurdunda, kendi aşkında, kendi yaşamında sürgün edilir mi? Bir ağaca tutunup bırakmasa bile altındaki toprak, yüreğindeki duygu, hayatındaki insanlar çekilip başka bir ömür yaşamak zorunda bırakılabilir mi?

Cumhurbaşkanı’nın “medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor” sözleri, Bekir Coşkun’un ölüm haberinin tam üstüne geldi. Tabutuna bırakılmış Sözcü gazetesine bakıp “sürgündü” diye iç geçirdim.

Hayır, memleketinden ayrı ölmedi. Daha doğrusu, her şey yapıldı da o gitmedi. O günü hatırladım. 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na çıkışının ardından Hürriyet’te “O benim ‘cumhurbaşkanım’ olmayacak...” başlıklı yazısını yazmış, Erdoğan çok kızmıştı. “Önce vatandaşlıktan çıkması lazım” demiş ve “çek git” kampanyasını başlatmıştı. Devamını Bekir Ağabey şöyle anlatıyordu:

Dinci medyada ağır hakaretler... Benim ve eşim Andreenin boy boy fotoğraflarını yayımlıyorlardı. Evimizin adresi-yeri verilerek hedef gösteriliyorduk. Hemen peşinden bilgisayarıma gelen maillerde ‘Cuma günü akşam ezanına kadar ölmüş olacaksınız’ diyenlerden, kafamın kesileceğine kadar akıl almaz tehditler vardı...”

Çek git” işi faşist bir kalkışmaya dönüşmüştü. Bekir Ağabey nereye vardırdıklarını haber veriyordu:

O sırada marinaya birisinin telefon açtığını bildirdiler. İktidara yakın memurlardan birisi marina personeline ‘Teknesini alıp bu sulardan götürsün’ demişti. Yunanistan’a götürmemi ima ediyorlardı, karşı sahil Midilli Adası’ydı çünkü. Teknemi seviyordum, biraz eski, 1986 model, 11 metre boyunda; adı Pako... Onu batırmasınlar diye koşup evin önündeki kıyıya getirdim.

Gitse, neden gitti diyebilir miydik? Gitmedi, aksine “git” diyene az ve öz cevabını verdi:

Ben bu ülkeyi severim. Amerika’da okuyan kızlarım yok. Oğluma Washington’da iş vermediler. Kimse benim için yabancılara gidip ‘Delikten aşağı süpüreceğinize kullanın’ da demedi, dedirtmedim. (...) Ama Başbakan ‘Çek git’ diyor. Gidemem. Benim gidecek başka yerim yok...”

Perdelerini kapattığı evi, kıyıdan birkaç metre açıldığı teknesi, beşinci kattaki çalışma odası onun sürgünüydü.

Boğaza dolanan tel

Sonra sansür başladı. Bekir Ağabey aldığı telefonu anılarında hâlâ yaşar gibi aktardı:

2009 yazı... Ağustos ayı... O gün öğleden sonra (dönemin Hürriyet Ankara Temsilcisi) Enis Berberoğlu telefonla aradı‘Sana bir şey söyleyeceğim, Kayseriliye bir süre dokunma...’ dedi. (...) ‘Geçenlerde de bana Manisalıya dokunma (AKP’nin üçüncü adamı Bülent Arınça) demiştin… Manisalı, Kayserili, Rizeli... İyi de bu Urfalı ne yapacak bu gidişle devamlı kedileri mi yazacak?”

O telefonu aldığı gün protesto edip yazı yazmadı. Ama Kayseriliye, Manisalıya, Rizeliye dokunmaya devam etti Urfalı Bekir Abi. Kaleminin ucundaki sivrilik onun daimi sürgünüydü. “Yazılması gerekeni yazma saplantısı” dediği şeyi her yazısında “şapka hatası” bulan babası kafasına koymuştu.

Hürriyet’ten sürgün edildi. İktidarın elindeki tel, patronun boğazına dolanmıştı:

“Aydın Doğan sıkıntılı ve üzgündü. Çok kötü şeyler olduğunu hemen anladım. Sigarayı bırakmıştı, bana ‘Kendine bir sigara yak’ dedi. Tüm bunlar kötü işaretlerdi. (…) Siyasi iktidarın baskısından bıkmış ve bezmişti. Aydın Bey’e bir ara ‘Size tasfiye edileceklerin listesi geldi mi?’ diye sordum. ‘Geldi’ dedi. Listede ikinci sırada ben vardım, üçüncü sırada Oktay Ekşi... Anladım ki Cumhuriyetin tüm kurumlarını yerle bir etmek isteyen iktidar ‘boğma telini boynuna dolamıştı’ patronun.

Referanduma kadar yazma

Bu kez Habertürk onun sürgün yeri oldu. Sözleşme günü Fatih Altaylı’ya tek sorusu vardı: “Ya Tayyip Erdoğan ve adamları telefon açıp ‘Susturun şunu’ derlerse...”  

Demeseler sürpriz olurdu.

AKP-FETÖ ittifakının yargıyı ele geçirmek için gittiği 12 Eylül referandumuna sayılı günler kalmıştı. En “hayır”lı yazıları Bekir Ağabey yazıyordu. Beklediği telefon geldi:

İstanbul’dan Doğan Satmış aradı. Sesi kötüydü eski arkadaşımın. ‘Sana bir şey söyleyeceğim, aramızda kalsın’ dedi. Kötü bir şey olduğunu anladım. ‘Ne oldu?..’ ‘Referanduma kadar yazı yazma istersen...’”

Duyacaklarını telefon çalmadan biliyordu. Nereden mi? Öncesinde aldığı başka bir telefondan:

Sebebini bilmiyorum ama patronunuz Turgay Bey Ankara’ya giderek Başbakan ile görüşmüş perşembe günü. O görüşmede senden söz edilmiş. Başbakan ‘Senin gazetenden bana devamlı küfür ediliyor’ demiş. Daha sonra ne konuşuldu bilmiyorum. Ama Ciner ona seni göndereceğini söylemiş. Bunu birinci ağızdan ama tamı tamına birinci ağızdan aktarıyorum...

Habertürk’e imza attığı gün Fatih Altaylı sevinç gözyaşı dökmüştü. “Başaramadım, engellemeye, durdurmaya çalıştım ama olmadı, üzgünüm” diye patronun kararını haber verdiğinde yaşlar bu kez üzüntüden akıyordu.

Mezarlardakilerin kalkıp oy kullandığı referandum”da çıkan “evet”, Bekir Ağabey’i yine sürgüne göndermişti. Zaten o Habertürk günlerini “buranın bir ‘saçak altı’ olduğunu yazdığımı fark ettim... İçeriye girememiştim, bir geçici sığınak...” diye anlatıyordu.

Kovulduğunu yolda, Eskişehir-İnegöl arasında, otobüsteyken öğrendi. Hemen aramıştık. “Her yerde kovulmuştum ama Eskişehir-İnegöl arasında ilk kez kovuluyorum...” demiş, gülmüştü. Kovulmak sözcüğü kabaydı ama “bu rezil kavram, baskı rejiminin utanç verici medya politikasını anlatan en iyi kelime” diyordu.

Bekir Coşkun kazandı

Sonrasını biliyorsunuz...

Bir muhabir maaşı versinler, bir sandalye, bir masa yeter” dediği Cumhuriyet sürgünü, birer birer kovulan arkadaşlarının gittiği Sözcü sürgünü...

Sessiz sedasız gitti Bekir Ağabey. Tam kendisini anlattığı gibi:

Urfa’da düğün evinin avlusunun dört bir yanına, örtüler, yastıklarla süslenmiş tahtadan ‘taht’lar kurulurdu. Davulcu ile zurnacı ortada dolanırlar, halaylar çekilir, lorkeler oynanır, havaya atılan şekerler ve bozuk bahşiş paraları etrafa saçılırdı. Çevrede deliler gibi koşuşturan biz çocuklar o avluya girdiğimizde, arkadaşlarım tahtlarda oturmuş ailelerinin yanına koşardı. Ben hemen tahtların altına girerdim... Ben böyleydim... Ortaya atılmak, öne çıkmak bana göre değildi...

Şimdi çocukluğunda gizlendiği tahtların yakınında, Urfa’daki baba evinin biraz uzağında, toprak altında. Hep “git” dediler, gitmedi. Yurdunda, evinde, gazetesinde, bir kuş gibi saçak altlarında sürgün yaşamayı seçti.

Sürgün”ü uğurluyorduk. Medyanın yarısını damadının ailesine, yarısını ihale dağıttığı şirketlere veren Cumhurbaşkanı ise “fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemedik” diye sitem ediyordu. Eminim dalkavukluktan başka bir şey bilmeyen, purosunu, saatini, arabasını yarıştıran adamlarla gidilecek yolun sonunu o da görüyordu. Sahip olmak istediği bütün oyuncakları önündeyken oynayacak oyun bulamayanlara özgü bu ruh hali sebepsiz değildi. 

Kâh ateşte yanarken kâh sürgüne giderken kâh eziyet çekerken... İnancını göğsündeki sıcak ekmek gibi yağmurdan koruyarak taşıyanları düşündüm.

Sen kazandın Bekir Ağabey, sen kazandın...

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları