Can Ataklı; Seçimler yaklaştıkça, Tayyip Erdoğan’ı gündemde ve meydanlarda tutmak için başlatılan ''Başkanlık'' tartışması daha da doğrusu dayatması bütün hızıyla sürüyor.
Seçimler yaklaştıkça, Tayyip Erdoğan’ı gündemde ve meydanlarda tutmak için başlatılan “Başkanlık” tartışması daha da doğrusu dayatması bütün hızıyla sürüyor.
Televizyon ekranlarında gazete köşelerinde siyasi demeçlerde son bir haftadır en çok konuşulan konu Başkanlık sistemi.
Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi sanki bugüne kadar Türkiye hiç yönetilememiş, her şey kötü gitmiş, her iyi şey engellenmiş de, bunun tek çözmenin yolunun başkanlık sistemi olduğu gibi anlatılıyor.
Bu saçmalığı bir kenara bırakalım, başkanlık tartışmasıyla paralel yürütülen sinsi bir hazırlığa değinelim istiyorum.
Önce küçük bir parantez açayım.
Bu iktidar ve yandaşları uzunca bir süredir hemen her konuyu ustaca hep dine getirmeyi başarıyor.
Gündemde hangi konu olursa olsun, bir bakıyorsunuz laf dönmüş dolaşmış dine gelmiş.
Zina mı konuşuluyor, ekranda bir ilahiyatçı konunun Kuran açısından yorumlanmasını anlatıyor.
Kız erkek ilişkilerinde laf ille döndürülüp dolaştırılıp dine bağlanıyor.
İçki içmek, kıyafet özgürlüğünü savunmak da hep dini temeller üzerinden tartışıldı.
Kadının özgürlüğü konuşulurken “Peki Kuran ne diyor?” diyen biri mutlaka çıkıyor ve bir anda kadın özgürlüğü din açısından ele alınıyor.
Fıtratlar, hamdolsunlar, Allah’a şükürler olsunlar, İnşallahlar, Maaşallahlar ağızlardan düşmüyor.
Bundan neredeyse on yıl önce yazdığım bir yazıda “Yasa ve hukukla ya da devlet yönetimiyle ilgili herhangi bir olayda hep hamdolsun demenin laikliğe aykırı olduğunu” yazmıştım.
Kastım şuydu; laik bir anlayış beşeri olayları dini tanımlamalarla anlatmayı reddeder.
Ayrıca hamdolsun “Allah’tan gelen, Allah’ın yardımıyla” anlamına gelir.
Doların düşmesinin, enflasyonun azalmasının, ekonominin iyi gitmesinin, duble yolların yapılmasının dinle ne alakası olabilir ki “hamdolsun” diyoruz.
Ama iktidar dini kavramları hayatın her alanında kullanmaktan çekinmiyor ve bunu ayrıca bir dayatma politikası olarak uyguluyor.
Bu yazıma o zamanın yandaş yalakaları tepki göstermişlerdi. En iyi niyetli olanları “zorlama” olarak nitelemişti bu sözlerimi.
Oysa gelin şimdiki duruma bir bakın.
Hayatın her alanında, yaptığımız her işte dini kullanmak, ille de dinden referans almaya çalışmak neredeyse hayatımızın da bir parçası oldu.
Ilık suya atılan kurbağanın suyun giderek ısınmasını fark edememesi gibi toplum olarak bu baskının o kadar etkisi altında kaldık ki şu anda yaşadıklarımız normal gelmeye başladı.
Parantezi kapatıp lafı uzatmayayım.
Şimdi başkanlık sistemi tartışmalarında da din ön plana geçmeye başladı.
Laik demokratik cumhuriyetin tüm ilkelerini bir kenara bırakmaya adeta yeminli iktidarın sözcüleri son günlerde “Başkan”ın dini anlamda da lider olacağını savunmaya başladılar.
Biraz geriye gidelim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir gün çıktı ve “Osmanlıca’yı da öğreteceğiz, bu millet kendi kültürünü bilecek, isteseniz de istemeseniz de öğrenecek” dedi.
Osmanlıca diye bir dil yok. Erdoğan’ın kastettiği Latin alfabesinden önce kullandığımız Arapça harflerdi.
Erdoğan harf devrimine açıkça karşı çıkmıyor görünmesine rağmen “Bir günde tarihimizden koptuk, bir anda cahil duruma düştük” diyerek niyetini belli ediyordu.
Peki, Arapça alfabenin önemi ne?
Bu da açıkça söylenmiyor ama özellikle dinci tabanda anlatılan şu; Arapça Kuran’ın dili. Kuran başka bir dilde ve başka bir alfabeyle anlaşılamaz. Alfabeyi değiştirerek Kuran’ı okumayı ve anlamayı başarmamız mümkün değildir.
“Osmanlıcayı öğrenmek” dayatması aslında yıllardır sürdürülen “Osmanlıcı” özleminin ulaştığı son halka.
Bu iktidar için Osmanlı İmparatorluğu sadece bir devlet değil, aynı zamanda ümmeti temsil eden ve yöneten dev bir organizasyon.
İktidarın hayalinde bir Türkiye Cumhuriyeti yerine İslam dünyasına egemen olan bir ümmet devleti var.
İşte şimdi başlatılan “başkanlık sistemi” tartışmasının altından Ortadoğu’da genleşmiş bir ümmet devleti kurmak çıkmaya başladı.
Nasıl?
Başkanlık sistemi için eyaletler sistemi kurulması gerekiyor.
Bu eyaletler kendi içlerinde bağımsızdır.
Ana konularda ve dış politikada merkezi otorite hakimdir.
Ülke federal bir sistemle yönetilir.
Ortadoğu ama özellikle yakın çevremiz kan ve ateş içinde.
Yakın bir gelecekte Irak ve Suriye’nin parçalanması yeni ve küçük küçük devletçiklerin çıkması büyük olasılıktır.
Türkiye kendi içinde eyaletlere bölünürken, güney ve güneydoğu sınırımızda oluşacak Kürt ve Arap kökenli devletçiklerin de “Federal Türkiye’nin” parçaları olmayı kabul etmeleri mümkündür.
Kurulacak bütün eyaletlerin ortak özelliği toplumlarının Müslüman olmasıdır.
O halde Türkiye’nin seçilmiş başkanı, Müslüman kimliği ile de lider konumunda olacaktır.
Dikkat edin, son günlerde başta TRT olmak üzere yandaş televizyon kanallarında ekranlara çıkan ve birçoğunu daha önceden hiç görüp tanımadığımız kişiler lafı dönüp dolaştırıp bu noktaya getiriyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde merkezi yönetimin hiç kimsenin inancına, diline, kimliğine, kültürüne, mezhebine karışmadığı ısrarla anlatılıyor.
Öyle bir manzara çiziliyor ki, sanki Osmanlı döneminde bugünkünden bile çok ileri bir demokrasi ve hukuk düzeni varmış gibi anlaşılıyor.
Bir taraftan Türkiye’nin genleşmesi, bir taraftan işlerin çok daha hızlı olacağının ileri sürülmesi, ama asıl önemlisi Türkiye’nin Müslüman dünyanın da lideri olacağı fikri, niteliksiz kesimler üzerinde çok ciddi prim yapıyor.
Şimdi giderek son noktaya doğru ilerliyoruz.
Artık sırada “halifeliğin” tekrar ortaya çıkarılması ve Başkan’ın aynı zamanda “halife” olduğunun da ilan edilmesi var.
Bunun dayanağı olarak da Atatürk’ün gizlenen bir vasiyeti olduğu iddiasına sığınılıyor.
Bu önemli bir konu.
Önümüzdeki günlerde alevlenecektir.
Atatürk’ün gizlenen vasiyeti ve bu vasiyetin “Başkan-halife” denklemini nasıl oluşturduğunu da bir sonraki yazımda anlatmak istiyorum.
Can Ataklı