Galiba bizim savcılar generalleri akıllarına estiğinde içeri tıkıp unutmayı o kadar benimsedi ki, sıra başka ülkelerin generallerine gelmiş...
Birbirimizi hiç bırakmadığımız arkadaşlar “bu pazar geliyorsun değil mi?” diye aradılar. “Geliyor musun?” dedikleri İstanbul Erkek Lisesi’nin “Aşure Günü.”
Gelmemek olur mu?
Peki kaçıncı yılı kutluyoruz? 128’inci yıl olmuş.
Oysa biz girdiğimizde, ki parmak kadar çocuklardık, henüz ilkokulu bitirmiştik, ağzımız süt kokuyordu, okulumuz 83 yaşındaydı.
100’üncü yıl kutlamalarına tam 17 yıl vardı. Biz bitireceğiz, bir nesil daha bitirecek, ancak ondan sonrakilere 100’üncü yılda okuma şansı gelecek.
O 17 yıl “ne kadar da uzun” derken aradan geçmiş 45 yıl. 100’üncü yıl kutlanmış, üzerine 28 yıl daha konmuş.
200’üncü yıla varır mıyız. Şunun şurasında 72 yıl var. Allah büyük, sen yaşamaya çalış da. Şimdi pek kalmadı, ama biz o zaman “yatılı” okurduk. O günkü deyimle “leyli” yani geceli, gece kalmalı.
Anadolu’dan gelenler doğal olarak yatılıydı da, aileleri İstanbul’da olanların da büyük çoğunluğu leyliydi. Az sayıda arkadaşımız ve kızlar gündüzlü, o zamanki deyimle nehariydi.
Sınavlarına kaç kişi girmişti şimdi hatırlamıyorum ama, (onbinlerin üzerindeydi galiba) sadece 90 kişi alınıyordu. O tarihlerde şimdiki gibi birkaç yıl süren dershane eğitimleri falan yok. Akıl, zeka ve bilgiden çok test çözme taktikleriyle öne geçme dönemi başlamamış daha. Sadece sınavdan bir ay kadar önce sırf “çocuklar test tekniği nedir öğrensinler” diye okulda bir kurs açılıyordu.
Yani zeki ve bilgiliysen, haydi abartmayayım biraz da test tekniğini öğrenmişsen sınavı kazanabiliyordun ancak.
O da 90 kişi. Ya 91’inci veya 100’üncü. Hayal kırıklığını düşünsenize.
Bir gün öncesinden teslim etmişti ailelerimiz bizi okula. İlk kez gece anne babamızdan ayrı kaldık.
80 kişilikti yatakhanemiz. Eskiden “tiyatro salonu” olarak kullanılan dev bir salonda dizi dizi ranzalar. Ama manzaramız şahane.
Boğaz ayaklar altında. Bilmeyenler için söyleyeyim, İstanbul Erkek Lisesi Cağaloğlu’nda, İstanbul Boğazı’nın tam giriş noktasına tepeden bakan bir yerdeki devasa binadır. Sirkeci, Eminönü, Beşiktaş, Ortaköy, Boğaz Köprüsü, Kuleli Askeri Lisesi’nden bakınca görünen en büyük binadır.
Vaktiyle Düyzn-u Umumiye olarak kullanılmış. Yani Osmanlı’nın borçlarını ödeyen kurum. Sonra okul olmuş.
Neydi o ilk yıllarımız. Anne babadan ayrı, Türkiye’nin her yerinden gelen zeki, akıllı, başarılı çocuklar bir arada.
Kim zengin kim orta halli, kim yoksul bilmiyoruz. Hepimiz eşitiz. Zaten bu farkları algılayacak yaşlarda da değiliz henüz.
Ama zaten öyle bir düzen kurulmuş ki, isteseniz de bu farkı anlayamıyorsunuz.
Yardımlaşmayı, paylaşmayı, kader birliği etmeyi, birlikte sevinmeyi ve üzülmeyi, ilk kez âşık olmayı, okuldan kaçmayı, sigara ve içkiyi denemeyi burada öğrendik.
Sonra yıllar yıllar geçti aradan. 100’üncü yıla “daha kocaaa bir 17 yıl var” derken 45 yılı geride bıraktık. Hepimiz orta yaşlı hale geldik, evlendik, boşandık, çocuklar hatta torunlar oldu. Ya yitirdiklerimiz. Selçuk Kaya, Yurtkan Köküöz. Onlardan önce aramızdan ayrılan İrfan Görür, Nezih Uzuner, Tülin Taştan, Eren Ormancı. Ve ne yazık ki teröre kurban verdiğimiz Osman Korkmaz, Enis Aydemir. Onları nasıl unutabiliriz.
Yarın 128’inci kuruluş yılını kutlamak için yine okulun bahçesinde olacağız. 45 yıl öncesini anacağız. Ne mutlu bize.
*****
Çanakkalede bir nesil yitirdik
İstanbul Erkek Lisesi 1884’te kurulduğunda da döneminin en iyi okullarından biriydi. Osmanlı’nın son dönemlerinde Cumhuriyet’in hazırlıklarının yapıldığı yıllarda aydın, çağdaş, bilimsel değerlere önem veren, Türkiye’nin geleceği için vizyon kazanan nesiller yetiştirmişti.
Empeyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu tamamen ortadan kaldırmak ve topraklarını paylaşmak için Çanakkale’den geçmeye çalışmalarına karşı verilen destansı savaşın 50 askeri İstanbul Erkek Lisesi’ndendi. O yıl son sınıfta olan ve savaşa yedeksubay olarak katılan öğrencilerin tamamı şehit düşmüştü. 1918’de İstanbul Erkek Lisesi hiç mezun vermemiş ve bu nedenle okulun pervazları siyaha, duvarları da sarıya boyanmıştı.
Bu renkler daha sonra okulun renkleri olmuştu.
İstanbul Erkek Lisesi 1912 yılında “Sakarya İzci Oymağını” kurmuştu. O dönemlerde çok önemli işlev yüklenen izci oymaklarında başı çeken Sakarya Oymağı, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’de çok yararlı hizmetlerde bulunmuştu.
Eğitimi ve öğretmen kalitesiyle bugüne kadar değerinden hiçbir şey yitirmeyen İstanbul Erkek Lisesi yine yarınlara umutla bakan, çağdaş, ilerici, aydın gençler yetiştiriyor.
*****
Tank yok ama gaz var
Bir okurum CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri üzerine bana şu mesajı göndemiş. Hiç yorum yapmadan sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bay Can ATAKLI (Sayın demiyorum çünkü o sıfatı KATİLLER için kullanıyorlar),
Kılıçdaroğlu bir konuşmasında “Askeri darbe olursa ilk önce tankın karşısına ben çıkarım, kimsenin kuşkusu olmasın” demişti. Şu anda sivil darbe olduğunu söylüyor. Öyleyse niye sıkılan gazın karşısına geçip gövdesini siper etmiyor? Artık TBMM’de oturup yapılacak hiç birşey yok bana göre, bütün vekillerimiz önde biz arkalarında sokağa çıkmanın zamanı gelmedi mi? CHP, Atatürk anıtlarına çiçek bile koyamayan aciz bir parti midir? Lütfen bizi daha fazla üzmesinler. Ne seçmenine sahip, ne işçisine, ne köylüsüne ve ne de çelengine. Artık yeter.
Saygılarımla S.M.Y
*****
Tokat mı şaka mı?
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Mavi Marmara gemisine baskın yapan İsrail’in eski genelkurmay başkanı ile 3 generali hakkında dava açmış. Bir gazete açılan davanın iddianamesini “İsrail’e tokat gibi iddianame” başlığı ile duyurdu.
Acaba bu iddiname gerçekten bir tokat mı yoksa bir şaka mı?
İsrail’e estik gürledik. “Özür dile” dedik. “Tazminat öde” dedik. Hiçbirini yapmadı. Yapmadığı gibi uluslararası arenada üstümüze bile çıktı. Şimdi savcılar İsrailli 4 generale dava açıyor, üstelik bir de “firari sanık” tanımını kullanıyor. Kaçıyorlar ya.
Gazetenin haberine göre böyle bir davanın dünyada eşi yokmuş ve hukuki bir tartışma yaratabilecekmiş.
9 vatandaşımızı kaybettiğimiz bu acı olayın hesabı herhalde böyle bir mahkemede değil, uluslararası bir mahkemede sorulabilir.
Bu yapılanın uluslararası hukukta yeri olacağını sanmıyorum, bu belli ki yine Türkiye’ye yönelik bir propaganda şovu.
Galiba bizim savcılar generalleri akıllarına estiğinde içeri tıkıp unutmayı o kadar benimsedi ki, sıra başka ülkelerin generallerine gelmiş.