Can Ataklı; Amerika’ya batıya laf çakmak kahve kültüründen gelenleri pek mutlu ediyorlar ama bu efelenmelerin sonunda ortaya çıkan tabloya aldıran pek yok.
Türkiye iyice tuhaf bir ülke oldu. Devleti yönettiklerini söyleyenler tamamen iç politikaya yönelik olarak “dünyaya kafa tutar gibi” yapıyorlar, oysa her şey söylediklerinin aksine gelişiyor ama koca ülkede tık çıkmıyor.
Muhalefet galiba sadece kendi dergine düşmüş ne olup bittiğine pek bakmıyor.
Medya zaten sizlere ömür. Soru soran, merak eden, eleştiren yok.
Ya korku içinde sinmiş bir kesim var ya da bir kısmı öncelikle saraya bir kısmı da her ikisine de yaranma yarışı içindeki gazeteciler var.
Son günlerde çok önemli gelişmeler oldu.
Önce saray Amerika’ya çok sert çıkışlar yaptı.
Sonra hedef tahtasına Avrupa ülkeleri de kondu.
Konu Suriye’den Türkiye’ye gelen mülteciler. İktidar daha önceleri “Türk milletinin yüce gönlü” diye açıkladığı mültecileri bağrımıza basma operasyonunu şimdi “biz enayi miyiz” cümlesiyle tersine çevirdi.
Bir söylenenin ötekini tutmadığını zaten biliyoruz da sarayın “Otobüsler uçaklar boşuna mı bekliyor, doldururuz mültecileri götürür sınırlara bırakırız ne haliniz varsa görün” açıklaması yandaş kesimde büyük alkış aldı.
Dünü unutanlar bugün “Valla böyle bir lidere sahip olduğumuz için ne kadar övünsek azdır, dünyanın da bu liderin kıymetini bilmesi gerek” kıvamında yazılara utanmadan imza atıyorlar.
Amerika’ya batıya laf çakmak kahve kültüründen gelenleri pek mutlu ediyorlar ama bu efelenmelerin sonunda ortaya çıkan tabloya aldıran pek yok.
Yandaş gazeteciler hepimizin gözü önünde oynanan bir oyunu görmezlikten geliyor.
Anlatayım;
Merkel Türkiye’ye geldi. Bunun üzerine yazdığım yazıda “Merkel boşuna gelmez, nitekim geldi bazı konuları dikte etti ve gitti” demiştim.
Merkel’le yapılan anlaşmada çok önemli bir madde var.
Bu maddeye göre batıya yönelik mülteci akınına karşı NATO güçleri Akdeniz’de devriye gezecek.
Tercümesi şu; Mülteciler özellikle deniz yoluyla Avrupa’ya geçiyor. Türkiye bunu önleyemiyor, yetersiz kalıyor, bu nedenle NATO deniz güçleri Ege’de önlem alacak ve deniz yoluyla gelen mültecilerin önünü kesecek.
Kara sınırlarında ise birçok ülke çift kat dikenli tel ördüler.
Yani sarayda mültecileri otobüslere bindirip sınırı götürse bile oradan ileri gidemiyorlar.
Eee nerde kaldı efelenmeler.
Hem “Bindiririz göndeririz mültecileri” diye hava basacaksınız hem de Merkel’in “NATO gücü Akdeniz’de devriye gezecek” emrini sanki zafer kazanmışsınız gibi kamuoyuna sunacaksınız.
Yazık bu ülkeye. Kimsenin koca Türkiye’nin itibarını bu kadar düşürmeye hakkı yok.
---BUNU YAZMAK GEREK—
Hot zot etmeyi bırakın sonucu gösterin artık
Sarayın “eeeeey” diye başlayan yüksekten atmalarının miladı Davos toplantısıydı. O zaman Başbakan olan Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı’na “van minuts” çekmişti.
Bu Türkiye’deki kahve kültürünü derinden etkilemişti.
Yaptığının içerde prim yaptığını gören Erdoğan bu üslubunu o günden bu yana aralıksız sürdürüyor ve kime kafası bozulursa “eeeey” diye azarlamaya başlıyor.
İyi güzel de, necip milletimin aklına bu esip gürlemelerin bir sonuç alıp almadığını öğrenmek gelmiyor.
Saraydaki kimlere esip gürlemedi “eeeeyy” diye ayar çekmedi ki?
Ne Amerika kaldı, ne Avrupa Birliği, ne Almanya, ne Fransa ne Birleşmiş Milletler.
Peki, sonuç?
Örneğin her gittiği yerde Birleşmiş Milletler’i eleştiriyor saraydaki “dünya beşten büyüktür” diyor.
Siz bugüne kadar herhangi bir ülkenin liderinin “Erdoğan haklı böyle olmaz” dediğini duydunuz mu?
Bırakın batı ülkelerini, Müslüman ülkelerden, Suudi Arabistan’dan, çok sevilen Katar’dan böyle destek geldi mi? Ya da Türk Cumhuriyetlerinden, örneğin Azerbaycan’dan bir ses geldi mi?
“3 milyar vereceksen hiç konuşmam” dedi saraydaki Avrupalılara. Oysa başbakan 3 milyarlık anlaşmayı imzaladığında “Avrupa’yı dize getirdik” manşetleriyle kutlanmıştı bu olay.
Şimdi “otobüslere koyar sınırınıza yığarız” diyoruz, onlar da “NATO gücünü” Akdeniz’e yığıyor.
Şimdi Amerika’ya kafa tuttuk. “PYD’ye terör örgütü değil diyemezsin” diyoruz.
Adamlar da küçük bir memurları aracılığı ile “Yok öyle şey PYD terör örgütü değildir” açıklaması yaptı.
Ne olacak şimdi? Amerika’ya ne yapacağız?
Ne yazık ki yandaş medyanın “beyin yıkama” operasyonları altında ezilen kalabalıklarımız işin sadece “efelenme” ile ilgili bölümüne bakıyor, sonucunu hiç merak etmiyor.
Ne yazık.
--KAFAMI BOZAN ŞEYLER---
Medyaya saldırıya lanet
şiddet yarıştırmaya ise hayır
Yeni Şafak ve Akit Gazeteleri kimliği belirsiz kişilerin saldırısına hedef oldu.
Geçmiş olsun. Kime olursa olsun bu tür bir şiddete alkış tutmamız mümkün değil. Bütün samimiyetimle lanetliyorum.
Ancak bu saldırılarla ilgili iktidar tepkilerini anlamakta da zorluk çekiyorum.
Yandaşları falan bir kenara bıraktım onların pek hükmü yok zaten ama bizzat sarayın açıklamaları akıl alır gibi değil.
Erdoğan da saldırıyı kınadı ama Hürriyet’e yapılan saldırıyı kastederek “Geçmişte bir başka gazetemizin binasının camları molotofla falan değil arbede sırasında kırıldığı için dünyayı ayağa kaldıranların bu saldırılar karşısındaki tavırlarını dikkatle takip edeceğim” dedi.
Saray konuşur da yandaşlar boş durur mu onlar da girdiler topa “Haydi bakalım bir cam kırığını Kabe’ye çevirenler şimdi bu iki gazetemizi ziyaret edecek mi?”
Maksat belli ki saldırıyı kınamak değil, şiddeti yarıştırmak.
Merak ve tahrik şu; “Amerikan elçisi Akit’e gidecek mi?”
Oysa bu iki saldırı çok farklı.
Akit ve Yeni Şafak’a saldıranlar belli değil. Sabahın köründe biri zaten boşaltılmış olan diğerinde ise bekçi dışında kimsenin bulunmadığı binaya saldırı oluyor. Ölü yaralı yok. Ama “özgür basına saldırı” çığlıkları atmak mümkün.
Bu saldırıyı yapan belli olmadığı için biri çıkıp rahatlıkla “kendi kendilerine yaptılar” ya da “Gizli eller provokasyon peşinde” diyebilir.
Oysa Hürriyet’e yapılan açık bir organize saldırı. İşin başında bir AKP milletvekili var. Sarayın dediği gibi bir “arbede” yani “çatışma” yok, açık bir linç girişimi var. O kalabalık binadan içeri girebilse neler olacağını düşünmek bile insanı ürpertiyor.
Şimdi bu iki olayı yarıştırmaya ve hatta bir linç girişimi olan Hürriyet’e saldırıyı “basit bir arbede” gibi sunmaya kalkmak en azından ahlaki değil.
--BAŞIMDAN GEÇENLER—
İstanbul’da ne çok trafik polisi varmış
Kimbilir kaç kere yazıp sordum “İstanbul’un bir trafik müdürü var mı?” diye.
Çünkü birkaç özel yer hariç ortalıkta trafik polisi hiç yok, trafik kendi haline bırakılmış, sahipsiz İstanbul kaderine terk edilmiş gibidir hep.
Ama dün İstanbul’da ne kadar çok trafik polisi olduğunu görerek hayretler içinde kaldım.
Ve bir kez daha saptadım ki, İstanbul’da olmayan Trafik Müdürlüğü’nün polisleri ancak Cumhurbaşkanı ve Başbakan geçeceği zaman ortaya çıkıyor.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün vefat eden kayınpederinin (Baş sağlığı dileklerimi de iletiyorum) cenazesi dün Altunizade İlahiyat Fakültesi Camiinden kaldırıldı.
Tesadüf kızım Peri’nin normal doktor kontrolü için caminin yanındaki Maltepe Üniversitesi doktorlarının kurduğu Academik Hospital’deydim.
Çevrede anormal bir güvenlik vardı. İşte o kadar çok trafik polisini o zaman gördüm.
Cami çevresinde çok polis vardı ama çevredeki yollar yine kaderine terk edilmişti. Kimse büyük bir cenaze olduğunu uyarma ihtiyacı duymadığı için herkes hergün kullandığı yollarda uzun süre tıkanıp kaldı. Oysa önlem alınabilirdi.
Ben de güç bela trafikten kurtulup Beylerbeyi’ne inebildim. İkinci çile orada başladı. Bu kez meğer Başbakan cenaze sonrası buradan geçecekmiş. O camii çevresindeki yüzlerce polis Boğaz yoluna inmiş. Bir telaş ki sormayın.
Neyse ki Başbakanımız kazasız belasız yoldan geçti ve polisler de çekildi.
Şimdi Cumhurbaşkanı ya da Başbakan buradan tekrar geçene kadar yine kendi başımızayız.
--MERAK ETTİKLERİM—
Otur bir düşün bakalım neden böyle bağırıyorlar
Devlet Bakanı Süleyman Soylu dün katıldığı DİSK’in toplantısında “hiç bitmeyen protestolar” sonucu salonu terk etti.
Önce toplantıda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile HDP Eşbaşkanı SelahattinDemirtaş’ın da bulunduğu belirteyim.
Salondakiler daha önce AKP’yi “hırsız” olarak niteleyen bakan olunca hararetli bir AKP savunucusu olan Soylu içeri girdiği andan itibaren protestolara başladı.
Dakikalarca, burada yazmak istemediğim, bir sıfatla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef aldılar.
Sonunda Soylu salondan çıktı. Çıkışta yaptığı açıklamada ise “Yüzde 52 oy alan bir kişi için o tanımlamanın yapılamayacağını” söyledi.
Oysa Soylu konuyu “yüzde 52’ye bağlayacağı” yerde, dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir devlet adamı için söylenmeyen bir sıfatın Erdoğan’a neden reva görüldüğünü merak etmeli.
Evet, o sıfatın kullanılması hiç hoş değil.
Ancak bugüne kadar hiçbir lidere söylenmemiş o sıfatın neden bu kadar rahat kullanıldığını irdelemek de gerek.
AKP’liler “ateşli savunmadan” önce bir de bunu düşünseler iyi olur.
Can Ataklı - Korkusuz