Can Ataklı yazıyor, ''Kafamızda her an bir füze patlayabilir...''
Ünlü Rus yazar Çehov “Bir sahnede duvara asılı tüfek varsa, piyesin sonunda mutlaka patlar” demiş.
Rusya lideri Putin Başbakan’la görüştükten sonra Türkiye’ye konuşlanmasını istediğimiz Patriot’ları kastederek basın toplantısında Çehov’un bu cümlesini tekrarladı. En çok iş yaptığımızı, çok iyi dost olduğumuzu söylediğimiz Rusya bize bir hatırlatmada bulunuyor.
“Eğer sınırına bir silah koyuyorsan eninde sonunda patlayacağını da bilmelisin” diyor.
Patriot’lar hepimizi tedirgin etmeli. Çünkü hava savunma sistemimizi güçlendirmek için satın alınmıyor, yakın bir tehdit ve tehlike olduğunu düşündüğümüz için kiralanıyor. Kamuoyunun bilmediği ise bu yakın tehdidin ne olduğu.
Patriot’lar kime karşı konuluyor?
Olası bir Suriye saldırısına karşı mı, yoksa başka bir tehdit mi var?
Kamuoyu bilgisiz, medyanın ise kafası karışık. Patriot’lar bizim talebimiz üzerine mi gelecek yoksa konulması için NATO baskı mı yapıyor? Rivayet muhtelif. Örneğin Patriotlar İran’dan İsrail’e atılacak bir füzeye karşı kullanılabilir mi?
Nedenini tam bilmesek de Patriot’ların Türkiye’ye gelmesi başlı başına bir sorun, bir tehdit.
Kamuoyunun asıl sorgulaması gereken, durumun neden bu noktaya geldiği. İktidar ve yandaşları yıllardır Türkiye’nin dış politikada çok başarılı olduğunu, Türkiye’nin kabuğunu yırttığını, artık pasif siyaseti bırakıp aktif siyasete geçtiğini, bölgede önemli güç olduğunu, sözünün dinlendiğini ileri sürüyor. Öyle ki bazıları iyice coşup ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin liderlerinin bile “bizden akıl aldığını” söylüyorlar.
Bunlar, iktidara destek veren kitleler için moral kaynağı olabilir. Ama gelinen son noktaya bakın. Türkiye bir dış tehdit karşısında kaldığına inanıyor ve bu nedenle NATO’dan destek istiyor.
Bu, şu demektir; kafamızda her an bir füze patlayabilir.
Bir kentimiz nükleer bombanın ya da kimyasal silahın etkisi altında yok olabilir.
Bizimle ilgisi olmayan bir iç kargaşaya bu kadar müdâhil olmanın bedelini umarız çok pahalıya ödemeyiz. Ve umarım piyesin sonunda patlayacak olan bir tüfeği sahneye asmayız.
*****
Emeklinin en çok tükettiği gıda ekmekmiş. Madem yılların emeğinin karşılığı ekmek oluyor, o zaman emeklimize e(k)mekli desek de olur! (Gani Yıldız)
*****
Genelkurmay neden suskun?Asker 5 yıldır sürekli örseleniyor, hakarete uğruyor, aşağılanıyor. Ordunun başındaki komutan ise hep suskun. Kamuoyunda büyük tepki ve hayret uyandıran “ordudaki intiharlar şehit sayısından fazla” haberine bile çıkıp cevap veremiyor.
Bu intiharlar neden oluyor?
İntihar edenler üstlerinden gördükleri kötü muamele, hakaret ya da dayak nedeniyle mi yoksa başka nedenler de var mı?
Askere alma işlemleri sırasındaki sağlık kontrollerinde psikolojik testler yapılıyor mu? Yapılıyorsa yetersiz mi kalıyor?
Kamuoyu, sadece “dayak yediği, hakarete uğradığı” için “gururu kırılan” askerlerin intihar ettiğine inanıyor. Genelkurmay bu konudaki istatistiki bilgileri de paylaşmak zorundadır.
*****
Sadun Boro, Kısmet, HürriyetÖnceki hafta Rahmi Koç Müzesi’ndeki anlamlı bir törene katılmıştım. Dünyayı baştan sona yanında sadece eşiyle geçen Sadun Boro’nun 10.5 metre boyundaki Kısmet yelkenlisi Rahmi Koç Müzesi’ne sergilenmek üzere alınıyordu. Rahmi Koç bunun için bir tören düzenlemişti.
Müzenin en güzel yerlerinden birine oturtulan Kısmet’i izlerken aklıma 47 yıl öncesi geldi. Ortaokul sıralarındaydım. Yatılı okuyorduk İstanbul Erkek Lisesi’nde.
Hürriyet Gazetesi’ndeki bir manşet hepimizin ilgisini çekmişti.
Sadun Boro isimli bir yelkenci, tüm dünyayı dolaşmak üzere İstanbul’dan yelken basmış, engin denizlere doğru yol almaya başlamıştı.
Boğaz’ı izlediğimiz yatakhaneden denize bakarak kimbilir kaç kere tartışmıştık Sadun Boro ve Kısmet’i hatırlamıyorum.
Anlamıyorduk; sadece 10.5 metrelik bir tekne ile Büyük Okyanus nasıl geçilirdi.
“Bitiremez” diyorduk o yaştaki aklımızla ukalaca. Derken Hürriyet Kısmet’in dünya gezisini Necati Zincirkıran’ın kaleminden anlatmaya başladı. Sadun Boro günlük tutuyordu. Vardığı limanlardan çektiği fotoğrafları ve günlüklerini postaya verip Hürriyet’e gönderiyordu. Zincirkıran da bunları derliyordu.
O günlerde televizyon yok, bilgisayar henüz hayal bile edilemiyor, tek eğlencemiz radyo ve bulursak gazeteler. Kısmet’in maceralarını okumak için gündüzlü arkadaşlardan okula gelirken Hürriyet getirmelerini isterdik. Elden ele dolaşırdı o gazete.
Ne hayaller kurmuşuzdur o yazıları okurken. Bazılarımız belki de o günden “ben de dünyayı gezeceğim” hayalini zihnine yerleştirmişti.
Ya dönüş günü... Yüzlerce tekne denizden, binlerce kişi kıyıdan Kısmet’i ve Boro çiftini karşılıyordu, muhteşemdi.
O gece kürsüde Sadun Boro’nun “Hiç ayrılmak istemiyordum, ama artık bakamıyorum” diyerek, “vay canına bununla mı dünyayı dolaştı” dediğim Kısmet’ten gözü yaşlı ayrılışını izlerken bunlar gözümün önünden geçti. Çocukluğumuzun önemli bir anısını şimdi müzede görmek beni hem çok mutlu etti hem de çok duygulandırdı.
*****
İri laflarla daha demokrat olunmazSözüm AKP milletvekili Mehmet Metiner’e. Önceki gün kendisini Habertürk’te izledim. Dokunulmazlıklarla ilgili ne yapacağı soruldu. Metiner, AKP’nin bölgeden seçilmiş milletvekili olduğunu belirterek “Başbakan bir irade koyarsa, ben de bir AKP milletvekili olarak buna uyarım. Benim demokrasi anlayışım budur” dedi.
Metiner’e söylemek istediğim şu; Genel Başkan’ın iradesine uymak demokrasi gereği değil parti disiplinidir. Elbette siyasetçiler, gün olur, kendi düşüncelerine uymasa da parti disiplinini bozmamak için liderin sözüne aynen katılır.
Merakım şu ki, eğer Mehmet Metiner AKP milletvekili değil de eskisi gibi gazeteci olsaydı, bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda yine Erdoğan’ın iradesini mi bekleyecekti yoksa kendi fikrini söyleyecek miydi?
Ve son olarak, diyelim ki Başbakan “Kürt sorunu yoktur, Kürtçe TV’yi kaldırıyorum, bu ülkede tek dil vardır, başkasının açıkça konuşulması da doğru değildir” dese, ki bu da Genel Başkan’ın iradesidir, Metiner yine “bizim demokrasi anlayışımız budur, liderin iradesine uyarız” diyecek midir?