Tarih:
18.04.2012
28 Şubat Sürecinde Mersin'de Uygulanan Konsept ve Sürgünler
Prof. Dr. Ahmet Özer, ''Üniversitemi terk etmeme, ailemi, öğrencilerimi, dostlarımı bırakıp gitmeme hükmediyordu''...
Anlatacaklarım ilk bakışta kişisel bir hikaye gibi görünebilir ama değil, bu aslında 28 Şubat sürecinde binlercesi yaşanmış olanlardan sadece biri. Şimdi anlatılmalı ve yazılmalı ki bundan sonraki kuşaklar böyle şeyler yaşmasın. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniversitesinde bir öğretim üyesi iken, bir sabah, beklenmedik bir biçimde elime Kemal Güriz’in başında olduğu YÖK’ten gelen bir sarı zarf tutuşturdular. İçinde iki satır yazı vardı ve bu yazı dönemin ortasında üniversitemi terk etmeme, ailemi, öğrencilerimi, dostlarımı bırakıp gitmeme hükmediyordu. Anlayacağınız, iki satırlık bir yazı ile sürgüne yollanıyordum, hiç sorgusuz, yargısız.Oysa ben o sırada Üniversitede Ana Bilim Dalı başkanıydım, hem lisans hem yüksek lisans dersleri veriyordum. Okuyordum, yazıyordum, araştırma yapıyor, makaleler, kitaplar yazıyordum. Evet ben bir öğretim üyesi, bir doçenttim, hakkımda açılmış bir soruşturma, bir araştırma yoktu, bir uyarı dahi almamıştım. Ama bir sabah vakti bir sarı zarfın içindeki iki satırlık bir yazı ile sürülmüştüm. Neden? Nedeni 28 Şubat Postmodern Darbesinin Mersindeki ayağını teşkil eden Batı Çalışma Grubunun Mersin’de üniversite yönetimi ile işbirliği içinde uygulamaya koyduğu konseptti. Kendisi de bir emekli Albay olan ve Kemal Güriz tarafından az oy almasına rağmen tepeden atanan Uğur Oral adındaki rektör dönemin 28 Şubatçılarıyla iş tutuyor, yüzlerce öğrencinin eğitim hakkını elinden bir çırpıda alarak üniversiteden uzaklaştırıyor, onlarca demokrat öğretim üyelesini sağa sola sürüyordu. Üstelik doğulu olanları batıya, gazara Batıda herhangi bir yerde doğmuş olanları da doğuda bir ile sürülüyorlardı. Bu minval üzere ör. Rektör Yardımcısı Prof. Türker Özsayar Elazığdaki Fırat Üniversietine sürülürken Van doğumlu olan ben Isparta’ya gönderildim. Gitmemek için direndim, başta Eğitim-Sen olmak üzere bir çok kurum bu haksız ve hukuksuz uygulamayı protesto etti, ama fayda vermedi. Dönem ortasında çoluk çocuğu arkamda bırakarak gidip Süleyman Demirel Üniversitesi’ndeki yeni görevime başladım.
Tam bir sene sonra Mersin Üniversitesi’ne dönmeyi beklerken bir sarı zarf daha aldım. Bu kez daha ağır bir ceza vardı sarı zarfın içinde. Güriz ve ona talimatlandıran paşaları tatmin olamamış olacaklardı ki bu sefer Üniversite’den uzaklaştırılmıştım. Düşünsenize, bir Şubat günü bir sarı zarfla sürülüyör, bir yıl sonra bir başka Şubat günü başka bir sarı zarfla üniversiteden atılıyordum. Bu uygulama karşısında yapabileceğim tek şey vardı. Hukuka gitmek. Ben de öyle yaptım. Hukuk bu uygulamaları yapanların yüzüne bir şamar gibi indirdi. Davayı kazandım ve döndüm. Ama o arada maddi ve manevi olarak yıprandım. Üstelik bu hukuksuzluğu yapanlar kurumsal kimliklerin ardına sığındıkları için onlara hukuken bir şey yapamıyordum.
Bu arada yaşananlar kaybolup gitmesin diye, benim yaşadıklarımla birlikte Türkiye Üniversitelrinde yaşananları “Hukuk, Zorbalık ve Üniversiteler” şeklinde bir kitapta toplamak istiyordum. Bu kez de başka bir engel çıktı: Üniversite ve YÖK önce yürütmenin durdurulması için bir üst mahkeme olan Danıştay’a başvurdular. Ama onu da kaybettiler. Aslında bu dava 28 Şubat sürecinde üniversitelerin içinde bulunduğu ibretlik durumun bir özeti gibidir.
Onun için benim yaşadıklarım sadece benim kişisel öznel hayatım değil. Türkiye’de aydın olmak isteyen bilim adamının 28 Şubat sürecinde yaşadıklarının gerçek hikayesidir. O nedenle bu yaşananlar kaybolmamalı, ölmemeli, unutulmamalı. Yaşamalı, yaşatılmalı diye düşünüyörum. Çocuklarımızın gelecekte daha güzel bir dünyada yaşamaları için.. Daha güzel yarınlar için, daha aydınlık üniversiteler için.
Çünkü insan tarih bilinci olan bir varlık. İnsanoğlu yaşadıklarını çocuklarına anlatabilir. Baba oğula, o da oğluna, torununa anlatır. Böyle sürer gider. Sırf iş olsun diye değil tabii. Ders alınsın diye. Kanıt olsun diye. Eğer iyi işlerse ders alınsın diye anlatılmalı. Eğer kötü işlerse ibret alınsın diye. Yoksa iyiyi, güzeli nasıl oluşturabiliriz. Çocuklarımızın yaşayacağı daha güzel bir dünyayı nasıl kurabiliriz? O yüzden bazı şeyler var ki ibreti alem için gelecek kuşaklara kalmalı. Bazı şeyler ise var ki gurur duymak için. O yüzden yaşananlar kaybolmamalı, kayda geçirilmeli diye düşünüyorum. Bu yargılamalar bu davalar da bunun için önemli. Bir dönemin müktedirlerinin yaptıkları kötülükler yanlarına kar kalmamalı ki hem başkaları böyle işlere niyetlenmesin hem de yeni kuşaklar gelecek için daha umutlu ve huzurlu bir geleceğin güvencesine kavuşsun. Çünkü demokratik devleti brokratik devletten ayıran temel nokta da burasıdır; birinde hesap verebilirlik varken öbüründe keyfilik hüküm sürer.
Madem bunlar yaşandı, zulmedenler ettikleriyle mi kalacaklar? Acı çekenler çektiği açılarla mı kalacak? Ya da öyle mi olmalı? Hayır. Bunlar olmamalı. Ne zulmedenler, ne de acı çekenler unutulmalı. Birinciler bilinsinler teşhir edilsinler diye, diğerleri de bir daha yaşanmasın diye hatırlanmalı. Hiç kuşkusuz acı çekenler, zulmedenlerin zulmünden daha uzun yaşayacaktır. İnanıyorum ki bizi süren “önemli yetkililer” bir müddet sonra hatırlanmayacaktır bile...
Yazar Mehmet Uzun bir sürgün ağıtı olan “Ruhun Gökkuşağı” adlı yapıtında sürgünü şöyle tanımlar: “Sürgün, vahşi liderlerin, kanlı kralların, merhametsiz padişahların, fesat yöneticilerin, zorba askeri rejimlerin hışmına uğramış kovulanların öyküsüdür.” Ben buna bu çalışma gereğince hukuk tanımayan dönemin YÖKtörleri, emir eri rektörlerini de eklemek istiyorum. Bir biçimde ellerine geçirmiş oldukları yetkileri kötüye kullanan bu zevat cezalandırmaktan haz alır. Sürgün de bunların kullandığı araçlarından biridir. Katlanılması zor bir cezadır, dayanılması zor bir acı, hasrettir, hüzündür sürgün.
Sürgün bir çeşit ölümdür ve zorbalar bunu herkesten çok iyi bildikleri için muhalif aydınları, baş eğmeyen bilim adamlarını, yazarı, sanatçıyı sürgüne, genellikle de sürgündeki ölüme gönderirler.
Ama bildikleri yanında bilmedikleri bir şey var. Sürgün sadece ölümü değil sürgünün, dirimidir de aynı zamanda. Ölüm sürgünün alın yazısı ama yeniden doğusunun da kaçınılmaz ilk adımıdır. Sürgün bir başlangıçtır, sonun bir başlangıcı. Sürgün ya çürüyecek, yok olacak, ya da acılardan geçerek dirilecek, yeniden doğacaktır, tıpkı bir Zümrüdü Anka Kuşu gibi....
O zaman iki şey yapmak lazım: Direnmek ve yazmak. Çünkü direnmek yaşamaktır, onurlu yaşamak. Yazmaksa kayda geçmektir. O halde yazmak gerekir, yeniden doğmak için.
Sürgün acının diğer adıdır. Acı kişiyi pişirir, dayanıklı yapar, ve sürgün işte o zaman küllerinden yeniden doğar. Yoksa çürür, yok olup gider. Sürgüne gönderenlerin de zaten istediği budur. Ruhun rengarenk gök kuşağını darma dağan etmek, kişinin direncini kırmak.. İnsan onuruna yakışmıyan bir hal yaratmak.. Kendini inkar etmek, onların bulunduğu yere gelmek, hizalanmak.. Buna “hayır” demek güçlüklere davetiye çıkarmak, acıya “evet” demektir. O yüzden sürgün acının diğer adıdır bu yolda.
Ama şunu biliyorum: Yarın yaşlanıp bir kenara çekildiğimde torunlarım gelip de ak düşmüş sakallarımla oynayıp “dedeciğim 21. yüzyılın başında senin Isparta’da ne işin vardı?” diye sorduklarında onlara onurla verecek bir cevabımın olmasını isterim. Beklide bu mucadele bu cevabı kirletmeme mücadelesi.. Bu yüzden her şeyi anlatmalı. Gelecek kuşaklar için, daha demokratik, daha bilimsel bir üniversite için ve daha özgür bir bilim için bunu yapmalı...
28 Şubatların ve sürgünlerin olmadığı bir dünya için…
Prof. Dr. Ahmet Özer
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI