Tarih:
23.04.2012
28 Şubat’ta Mersin’de Uygulamaya Konulan Konsept II
YÖK’un durumu da bu konseptle örtüşüyordu...
28 Şubatta Mersinde bir konsept uygulamaya konuldu. Bu konseptin üniversite ayağı olduğu gibi diğer kurumları ilgilendiren boyutları da vardı. Aynı konsept daha önce Dicle Üniversitesi (Diyarbakır) ile İnönü Üniversitesinde (Malatya’da) uygulanmış, bu iki üniversitenin de başına (Mersin’de olduğu gibi) 2-3 dönem general ve emekli albaylar rektör olarak getirilmişti. Dicle ve İnönü Üniversiteleri Doğu ve Güneydoğuda yer alıyordu, Mersin ise bir Akdeniz kıyı kenti idi; Mersin neden bu konseptin içine alınmıştı ve bu konsept neydi, neyi ön görüyordu?Resmin bütününü görmek için biraz gerilere gitmek gerekir. 1992’den itibaren Güneydoğudaki köyler, mezralar ve hatta kimi kasabalar boşaltılmaya başlandı. Bu durumu anlamak için ise 1992 yılında Cumhurbaşkanı Özalın Başbakan Demirele gönderdiği konuyla ilgili mektuptan bir paragrafı aşağıya aldım. Bu mektup işin arka planını ve amacını açıklamaktadır.
“(…) Yukarıdaki hususların ışığında, karşılaştığımız sorunun, basit bir terör olgusunun çok ötesinde olduğu aşikârdır.
Bu itibarla, çözümleri kısa-orta vade ile orta-uzun vadeli çözümler olarak düşünmek, ayrıca terörle mücadele için yapılacaklarla, bölge halkıyla ilişkilerde hareket tarzını ayırmak gerekmektedir.
(….) Bu nedenle, en kritik yerlerden başlayarak, Güneydoğu'daki dağlık bölgelerden köy ve mezraların tedricen boşaltılması, PKK terör örgütünü besleyen ve toplam nüfusu 150 000-200 000'i geçmeyen bu topluluğun, bir plan dahilinde, ülkenin batı kesimlerine serpiştirilerek yerleştirilmesi düşünülmelidir. Böylece, hem bu halkın yaşam standardı artırılmış, hem de örgütün lojistik kaynaklan, büyük ölçüde kurutulmuş olacaktır, iş ve kadro verme öncelikleri bu taşınan gruba tahsis edilebilir.
(…) Göçün, bu eğilimde devamı halinde yakın bir gelecekte, bölgede 2-3 milyon civarında nüfus kalacağı, diğerlerinin batıya göç edeceği anlaşılmaktadır. Ancak, eğer bu göçe el atılmaz ve bir plana bağlanamaz ise, sadece hali vakti yerinde olanların göç etmesi, fakirin bölgede kalması sonucu doğacak, bu da bölgeyi anarşiye hassas, yardımcı hale getirecektir. Bunu önlemek için göçün planlı, her kesimden alınarak ve batıda dengeli bir şekilde dağıtılarak yapılmasına yardımcı olunması, hatta düzenlenmesi gerekmektedir.
(…) Bu çerçevede gerek iç kamuoyunu, gerek dış dünyayı bu konuda aydınlatmak için özel gayret sarf edilmesi büyük önem taşımaktadır. Bunu teminen uzmanlardan müteşekkil bir ekip oluşturulması bilinçli bir şekilde ve millî menfaatlerimiz doğrultusunda aydınlatma ve kamuoyu oluşturma çalışmaları yapılması ve açıklama, haber sızdırma, görüntü verme, icabında dezenformasyon gibi konularda etkinliği artıracaktır. (Özkan,2000,ss37-46; Not: Mektubun tümü yayınlancak kitabımda yeralmaktadır.)
Yukarıdaki mektuptan da anlaşılacağı uzere, siyasi amamçlarla, önceden planlanmış, zora dayalı bir göç sürecidir söz konusu olan. Bu amaç ve kapsam içinde 3-4 yıllık bir süreçte 4 binin üzerinde köy ve mezra boşaltılmıştı. Amaç bölgenin demografik yapısını bozarak politik reaksiyonları bu şekilde önlemekti. Bu çerçevede devletin verilerine göre 350 bin, gayri resmi verilere göre ise 3,5 milyon insan yer değiştirdi, mecburi göçe tabi tutuldu.
Peki bu büyüklükteki bir göç nereye gidecekti, nereye-nasıl yerleşecekti, ne yapacaktı? Bu pek fazla planlanmamıştı. “Nasıl olsa Batı kentlerine doğru gidecek olan bu göç, orada kentlerin de olanakları ile doğal bir asimilasyon sürecine girer, kentlere entegre olurlar” diye düşünülüyordu. Oysa evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü bu süreç daha sonra istenildiği gibi işlemeyecek “silah ters tepecekti”.
Bilindiği gibi Doğu ve Güneydoğudan göç edilerek yerleşilen kentlerin başında Mersin geliyordu. Şöyle ki; göç eden veya ettirilen nüfus, dalgalar halinde önce bölgedeki birinci göç istasyonu dediğimiz Diyarbakır, Van, Batman gibi kentlere geldiler. Sonra buradaki nüfusla beraber, özellikle barınma ve güvenlik olanaklarının olmaması nedeni ile (çünkü aynı dönem bölgede 3 binin üzerinde ensesinden vurularak öldürülmüş faili meçhul cinayet vardı) ikinci göç dalgaları şeklinde kuzey hattında İstanbul, Bursa, İzmir, İzmit gibi kentler başta olmak üzere büyük kentlere; güneyde ise Adana, Antalya ve özellikle de Mersin’e akın akın geldiler. Mersin’in nüfusu resmi verilere göre 1985’te 320 bin civarında iken, 1990’da 420 bine, 1997’de ise 500 binin üzerine çıktı. 2000 yılında ise 600 bni aştı. Gayri resmi kaynaklar ise bu artışların resmi kaynakların söylediğinin çok üstünde olduğunu ileri sürmektedir. Bu gelişmelere göre Mersin’in nüfusu son 10 yılda neredeyse 2 kat artmıştır. Bu son on yılda gelenlerin büyük çoğunluğu ise Doğu ve Güneydoğudan gelmiş; böylece İstanbul’dan sonra Mersin Batıdaki en büyük Kürt kenti haline gelmiştir.
Sonuç itibariyle devlet, Diyarbakır’ın, Van’ın, Batman’ın demografyasını bozayım derken Mersin’in demografyasını bozmuştu. Mersin Valiliğinin 1997’de yapmış olduğu bir araştırmaya göre kentteki nüfusun %60’ı doğulu ve güneydoğululardan yani Kürtlerden oluşmaktadır. İşte bu gelişme bazılarını fena halde kaygılandırmaya başladı o dönemlerde. 1999 seçimlerinde HADEP’in Mersin’in en büyük alt belediyesi olan Akdeniz Belediyesini kazanması, (Büyükşehir belediyesinde de seçimi kazandığı halde elinden alınarak DSP’ye verilmesi) bu endişeyi iyice pekiştirmişti. Çünkü bunlara göre varoşlar potansiyel suçlu, HADEP ise yasa dışı bir partiydi (sonra kapatıldı zaten) ve nitekim kazanılan belediyelerde bu muameleye tabi tutulmuştu.
Ancak bütün bunların da etkisiyle Mersin’de giderek gelişen bir demokratik ortam ve demokrat bir kamuoyu da vardı. Son gelişmeler bu süreci iyice hızlandırmıştı. O halde bu kosepte göre “bu potansiyeli belli bir olgunluğa ulaşmadan dağıtmak gerekirdi!” Bunu dağıtmayı kafalarına koyanlar ise her dönemde olduğu gibi, gene işe üniversiteden başladılar. Bizim sürgün kararnamemizle bu iş başlandı. Ardından Eğitim Sen’de yönetici 4 öğretmenin görevden ihracı amacıyla soruşturma başlatıldı, daha sonra da tek ortak özellikleri doğum yerlerinin Doğu ve Güneydoğu olduğu 9 doktor il dışına çeşitli yerlere sürüldüler ve ardından da adliyede çalışan personele el atıldı ve bu süreç çeşitli kurumlarda sürüp gitti.
Amaç buralardaki aydınları , entelektüelleri, sendikacıları ve sivil toplum örgütlerinin öncülerini sürerek, gözdağı vermek ve kendilerince oradaki potansiyeli başsız bırakmak ve bir daha ki seçime kadar ortalığı sütliman hale getirmekti. Nitekim bu amaçla üniversiteden öğretim üyelerinin de katıldığı askerin, polisin örgütlediği toplantılar yapılıyor, yazışmalar yapılıyor, bu konsept topyekün bir biçimde yürürlüğe konuluyordu.
Sonuç olarak Diyarbakır’ı, Şırnak’ı, Batman’ı dağıtalım derken Mersin’in varoşlarından küçü birer Diyarbakır, Şırnak, Batman meydana getirenler şimdi de buraları dağıtmaya çalışıyorlardı. Şehrin kenar mahallerinde yaşıyan Kürt nüfusa ve işportacılık gibi işler yaparak geçimlerini sağlayanlara çeşitli bahanelerle baskılar uygulandı geri gitmeye zorlandı.
Kendilerine göre meşru saydıkları ama hukuken gayri meşru yöntemlerle birçok uygulama yürülüğe konuldu. Sürgünler de bu uygulamanın bunun bir parçasıydı.
YÖK’ün Tutumu ve Gürizin Numaraları
YÖK’un durumu da bu konseptle örtüşüyordu. Daha doğrusu uzunca bir süredir YÖK ve başına getirilenler bu amaç doğrultusunda örgütlendirilmişti. Başta Kemal Gürüz olmak üzere YÖK Yürütme Kurulu bu amaç doğrultusunda çalışmalar yapmış, kurullar oluşturulmuştu. Nitekim bu dönemde YÖK Yürütme Kurulu üyesi eski İçişleri Bakanlığı müsteşarı Durmuş Yalçın’ın başında getirildiği bir ekip sırf bu işle görevlendirilmişti. Bu ekip üniversiteleri kendi aralarında kamplara bölüyor; öğretim üyeleri ile ilgili çeteleler tutuyor, öğretim üyeleri bu merkezde (kırmızı, sarı, yeşil gibi renklerle) fişleniyordu. Üniversitelerin bünyesinde bu amaçla (Mersin Üniversitesinde olduğu gibi) direkt rektörlere bağlı “Kozmik Bürolar” oluşturuluyor, bu bürolardan yukarıya doğru bilgi aktarılıyor, gelen bilgiler doğrultusunda tasnifler yapılıyor, ardından işlemler yapılarak uygulamaya konuluyor, sonra öğretim üyesi birden bire kendini bu uygulamayla karşı karşıya buluyordu.
Öyleki hangi üniversite nereden hangi öğretim üyesini alacaksa YÖK’ün ve tabi ki Kemal Gürüz’ün bilgisi ve onayı olmadan bunu yapamıyordu. “Özerk üniversite” ve onun rektörleri adeta Gürüz’e hizmet eden memurlar haline getirilmişti. Gürüz’ün “yap” dediğini rektörler yapıyor, “yapma” dediğini ise kesinlikle yapmıyorlardı. Bir emir komuta zinciri içinde, üniversitenin, bölümlerin, enstitülerin ihtiyaçları değil, Gürüz’ün duyguları tatmin ediliyordu. Böylece herkes adeta YÖK’ün yaklaşımları ile, daha doğrusu yargılarıyla hareket ediyordu. Bu süreç bir yandan insanlara çok büyük acılar yaşatırken öte yandan üniversitelerin de geri gitmesine neden oluyordu.
O gün bu hukuk dışı uygulamaları yaparak insanlara acı çektirenler, Türkiyeye zaman kaybettirenler bugün mutlaka yaptıklarının hesabını vermelidir. Post madern darbe yapanlar, bu darbeyi yapanlarla iş tutanlar eğer bu gün bi hakken yargının önüne çıkarılarak hesap sorulursa ancak gelecek Türkiyesinin demokrasisi için umutlu olunabilir. Ancak o zaman demokratik Türkiyeyi otakratik ve brokratik zihniyet harşısında hakim hale getirebiliriz ve Türkiye bir daha darbeleri yaşamamak üzere tamamen gündeminden silebilir.
Prof. Dr. Ahmet Özer
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI