AKP Nereden Nereye? (I)
AKP işbaşına geldiğinde Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor diye birçok kesim umutlanmıştı.
AKP işbaşına geldiğinde Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor diye birçok kesim umutlanmıştı. Erdoğan da bu minval üzere iktidarının ilk dönemlerinin başında iki önemli argümanı dile getiriyordu: 1) “Tıkanmış ve yanlış kurgulanmış olan sistemi değiştirmeye geliyoruz” diyordu 2) "Kemalist rejimin tahkim ettiği ve sistemin omurgasını meydana getiren kurumlar karşısında diklenmeyeceğiz ama dik duracağız, onların yol ve yöntemlerine itibar etmeyeceğiz, kurdukları tuzaklara düşmeyeceğiz” diyordu. İlk etapta kulağa hoş gelen ve Türkiye’nin değişmesi için gerçekten yapılması gereken bu önermelerin gereğinin yapılıp yapılmadığına bakmak bir bakıma 10 yıllık AKP iktidarının seyrettiği rotayı ve icraatlarını da belirlemek anlamına gelir. Çünkü parlak sözler daima güzeldir ama bunlar asla yakıcı gerçeklerin yerini tutamazlar. O halde sözlerden yola çıkarak tahlil yapmak yerine yaptıklarına bakıp sözlerine ne kadar sadık kaldıklarını test etmek daha doğru bir yöntem olur. Nitekim “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözü bu anlamda çok öğretici bir sözdür.
Bir iktidarı ya da onun başındakileri sadece söylediği laflarla değil aynı zamanda bu söylediklerinin gereğini ne kadar yerine getirip getirmediklerine bakarak, yani icraatlarıyla değerlendirdiğimizde doğru bir iş yapmış oluruz. Siyaset söz söyleme sanatıdır, sözün nasıl söyleneceğini, neyin söylenip neyin söylenmeyeceğini belirleyen ise ideolojidir. Tutarlılığı ölçen ise iktidarın söylediklerine uygun davranıp davranmadığı, bunları ne kadar hayata geçirip geçirmediği ile ilgili. Aksi taktirde siyaset basit bir halka ilişkiler faaliyetine döner ki bu da siyasete yapılacak en büyük haksızlık olur. Şimdi bu belirlemelerin ışığında AKP’nin nereden nereye geldiğine ve Erdoğan’ın siyasete ve halka ne kadar haksızlık yapıp yapmadığına, ne kadar doğru söyleyip söylemediğine bakabiliriz.
Bilindiği üzere Soğuk Savaş Döneminde Batı komünizm tehlikesine karşı NATO içinde yer alan Türkiye’yi bir cephe ülkesi ve kalkan olarak kullandı, işine yarayacak kurum ve kuruluşlarını da buna göre dizayn etti. Buna uymayanları uydurmaya, direnenleri ise içerde işbirliği içinde olduğu kurumlar yoluyla sindirmeye çalıştı. Bu dizayn ve sindirme işinde en önemli görevi ordu üstlendi ve ordu giderek bir vesayet sistemi oluşturdu. Türkiye Batının çıkarlarından uzaklaştığı, bir kamp değişikliği görüntüsüne girdiği dönemlerde ise ordu batının desteği ile darbe yaparak iktidarı bizzat ele aldı ve ülkeyi bu doğrultuda dizyan etmeye çalıştı. Bu iktidar kaymaları neticesinde iyice oturan vesayetçi sistem bu süreçte solcuları, Kürtleri ve muhalifleri ezerken komünizmin panzehiri olarak gördükleri İslami kesimlere ise itidalle yaklaştı.
1989 yılında Soğuk Savaş sona erdi, ABD’nin başını çektiği kürselleşme çerçevesinde Yeni bir Dünya Düzeni (YDD)oluşturulmaya çalışıldı. Yeni Dünya Düzenine uymayan veya uymak istemeyen ülkeler ağır silahlarla ve işgalle yola getirilmeye ve bu yeni düzene uydurulmaya çalışıldı. Bu çerçevede Afganistan ve Irak işgal edildi, yönetimleri değiştirildi. Ardından Tunus, Mısır, Libya yönetimleri değişti. Sırada Suriye ve İran görünüyor.
Yeni Dünya Düzenin temellerinin atıldığı 1990’lı yılların başında Türkiye’de Turgut Özal iktidarı sürüyordu kendisi de cumhurbaşkanıydı. Turgut Özal dünyadaki bu değişikliği çabucak kavramıştı, bu yüzden 12 Eylül Darbesinden sonra Türkiye’yi küresel ekonomiye eklemlemek için bürokrat ve siyasetçi olarak epey değişikliğe imza atmıştı, YDD ise onu Cumhurbaşkanı iken yakaladı. Baba Bush yönetimi Irak’ı işgale karar verdiği zaman Özal bu girişime (“bir koyup beş alma” hesabıyla) hemen destek oldu. Buna direnen dönemin Genel Kurmay Başkanı Torumtay koltuğundan oldu. İlginçtir, ilk defa ABD dış politikasıyla ters düşüldüğünde kim olursa olsun gideceği bir Genel Kurmay Başkanı şahsında net bir biçimde ortaya çıkıyordu. Yıllarca orduyu destekleyen hatta darbe yapması konusunda cesaretlendiren ABD kendisi ile ters düşüldüğü takdirde ordu komutanın bile gözden çıkarılacağını çekinmeden gösteriyordu. Bu gelişme vesayetçi sistem için ilk kırılma noktası idi. Artık ordu bu tarihten sonra (muhtıralar verse bile) darbe yapamazdı, nitekim çok istekli olanlar olduğu halde yapamadı. Darbe yapacağını sanan Ergenekoncu generaller ise ya Soğuk Savaş mantalisinin bittiğinin ya da ABD desteği olmadan Türkiye’de darbe yapılamayacağının farkında olmayanlardı. Özal bunun farkında olduğu için (beş on sene önce olsa) hiç bir siyasinin cesaret edemeyeceği bir tavırla orduya karşı hareket ediyordu.
Türkiye’nin sorunlarını yeni konjonktüre göre çözmek isteyen Özal başta olmak üzere Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın vb gibi sivil asker şahsiyetler bu yeni duruma tahammül etmeyenler tarafından birer birer ortadan kaldırıldılar; böylece derin bir boşluk doğdu. Bu boşluğu Asker, 28 Şubatta ABD dış politikasına ters düşen Erbakan’ı iş başından uzaklaştırarak, yeniden sahne alarak doldurmaya çalıştı. Aslında burada gene göz ardı edilen şey, Erbakan’ın alaşağı edilmesinin dini görüşlerinden dolayı değil Türkiye’yi Soğuk Savaş sonrası ABD’nin yanından alıp İran- Malezya eksenine doğru kaydırdığı içindi. Bunu gerçekleştiren o zaman gerçekleştiren ordu on yıl sonra bu adımları AKP iktidarını devirmek adına daha da ileri götürmeye çalınca bu kez işbaşındaki onlarca General Silivriyi-Hasdalı doldurmaya başladı. Çünkü köprülerin altından çok su akmış müttefikler değişmiş daha doğrusu yeni konsep gereğince yer değiştirmişti.
Şimdi burada sorulması gereken soru şu: Acaba dar anlamda ABD’nin geniş anlamda Batının desteği olmadan AKP hükümetleri bunu yapabilirmiydi? Soğuk Savaş sonrasında yeniden kurulmakta olan dünyada her ülkenin kendi tarihine ve koşullarına özgü siyasi örgütler ve liderler ortaya çıktı. Türkiye de bu gelişmeden azade değildi. Burada da değişiklik olacaktı ama kiminle? Türkiye’nin en dinamik kesimleri taleplerinden ötürü solcular, İslamcılar ve Kürtlerdi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren aynı zamanda en büyük “tehdit” olarak belirlenen Sol, İslam ve Kürt hareketi Soğuk Savaş sürecinde de bu konumunu sürdürmüş ve her birisi değişen ölçülerde de olsa hep bir tür baskı ve denetim altında tutulmuştu. 12 Eylül darbesiyle adeta imha edilen sol/sosyalist hareket -1996’da kurulan ve 2000’de biten ÖDP deneyimiyle- yeniden ayağa kalkmayı denedi ancak başaramadı. Kürt hareketi 80’li yıllarda PKK ile yeni bir isyan başlattı ve bugünlere kadar gelirken bazı kazanımlar elde etti ancak Türkiye'yi bir bütün olarak yeniden yapılandırması mümkün değildi. Radikalde S. Öngider’in belirttiği üzere, bu noktada Kürt hareketinin bir siyasi müttefike, ortağa ihtiyacı vardı.
"Sol, güçlenerek böylesi bir ittifaka girişemeyince Kürt hareketi de esasen kendi sorunları ve dünyasıyla sınırlı kaldı. Nitekim en ağır zulmü bu süreçte isyan etmeye devam eden Kürtler yaşarken, sol da gelişmeye çalıştıkça budanmış, imha edilmiş, İslamcı unsurlar ise “tatlı sert” bir baskı eşliğinde sistem içinde yaşam hakkına sahip olmuşlardı. Özellikle sol ve Kürt hareketinin gelişimine karşı el altında tutulan İslamcılar gerektiğinde devreye sokulmuştu. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Türkiye'nin geleceğini belirlemek, ülkeyi yeni sürece taşımak açısından en avantajlı olan, bir anlamda önü açık olan İslamcılardan başkası değildi.”
Devam edecek…
Prof. Dr. Ahmet Özer-Sosyolog
Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları