AKP Nereden Nereye? (II)
Sonuçta iktidar bozar mutlak iktidar mutlaka bozar. O halde yeni bir alternatife ihtiyaç var.
Sorulması gereken önemli bir soru da şudur: Acaba Özal yaşasaydı Erdoğan ortaya çıkabilir miydi, çıksa bile böyle tutunabilir miydi? Tutunamazdı. Çünkü Özal öldüğünde geride kalan Demirel, Erbakan, Türkeş, Ecevit Soğuk Savaş döneminden kalma görüş ve politikalara sahip politikacılardı. Dünyanın yeni koşullarına göre değişmedikleri ve yeni dönemin politikalarına uyum sağlamadıkları için aşıldılar ve silinip gittiler. Bugün ne kendileri ne temsil ettikleri partiler esameleri birer siyasi aktördürler, birçoğunun ismi var cismi yok hükmündedir.
28 Şubat sonrası Erdoğan ve arkadaşları Özal’ın bıraktığı boşluğu doldurmaya aday oldular ve Türkiye’yi küreselleşmeye kendilerinin entegre edeceklerinin vaadi ile içerde ve dışarıda ortaya çıktılar. Bu minval üzere Erdoğan eski yol arkadaşlarından farklı olarak üç konuda net olarak değiştiklerini dile getirdi: 1) Milli Görüş gömleğini çıkarıp demokrasi gömleğini giydiklerini 2) Avrupa Birliğinin Hıristiyan Klübü olmadığını, gelişmiş değerler manzumesi olduğunu 3)Adil Düzenin safsata olduğunu, serbest piyasa ekonomisini benimsediklerini yüksek sesle ilan ettiler. (Efendim burda takiye yaptılar deniliyor, bel ki de öyledir. Ama politika niyet okumadan ziyade deklere edilenin üzerinden yürür. Söyledikleri o zaman buydu) Bu söylem onlara içerde sermaye kesimleri başta olmak üzere çeşitli çevrelerden destek sağlarken, dış dünyadan da sorunlu başlayan iktidarlarını pekiştirmek ve meşruiyetlerini sağlamlaştırmak açısından destek sağladı. Daha önceki (Soğuk Savaş Dönemindeki) darbeleri kendi marifetleri zanneden, ABD desteğini almalarının nedenlerini anlamayan generaller, Erdoğan’a boyun eğdiler eğmek istemeyenler ise Silivri ve Hastala gönderilince bu da onun cesaret ve vesayeti gerileten lider hanesine yazılmış oldu ve AKP bugünlere böyle geldi.
Peki, şimdi durum nedir ona bir göz atalım: AKP işin başında dönemin ruhuna ve yukarıda anlattığımız gelişmelere uygun bir biçimde “ben sistemi değiştirmeye geliyorum” diyordu ama şimdi gelmiş olduğu noktada iktidarını sürdürme ve nimetlerini paylaşma adına sistemi değiştirmek bir yana değiştirmeye geldiği sistemle bütünleşmeye, kendisi değişip sisteme benzemeye, entegre olmaya başladı. AKP’nin ömrünü de belirleyecek bu değişiklik üzerinde durulması ve tartışılması gereken birinci tespit. Bilindiği üzere uzun yıllar Türkiye’nin üç büyük iç düşmanı vardı ve milli güvenlik belgesinde sıralamaları değişse bile yer almaları hiç değişmezdi. Bunlar, yukarıda belirtilen dinamiklerle, ilintili olarak irtica, bölücülük ve komünizm tehlikeleriydi. SSCB’nin dağılması ile komünizm defterden silindi, yıllarca yasaklanan, elemanları hapislerde çürütülen eski Kominst Partisi tarihte kaldı, şimdi nur topu gibi yeni bir Komünist Partimiz var. Kominzm tehlikesi ortadan kalktıktan sonra geriye Kemalist zihniyetin sürekli şeriat tehlikesi ile öne sürdüğü İrtica ile, etnik milliyetçilikle öne sürdüğü bölücülük kaldı. Ancak yıllarca İrtica diye çevrede hapsedilenler şimdi merkezi ele geçirip iktidar olunca, dolaysıyla reel olarak değilse bile zımnen böyle bir tehdit yok artık. Ancak bu kesim, kendisinin tehdit olmaktan çıkarılması ve iktidarını sürdürmenin bedeli olarak Kemalist devletle aynı noktada buluşarak bölücülük propagandasına sarılmış durumda. “Bölücülüğü” ortadan kaldırmak için de geçmişte cebelleştikleri derin devletin çekirdeğinin ileri sürdüğü askeri yöntem konusunda anlaşmış durumdalar. Diğer bir deyişle cari iktidar irticayı defterden sildi, hatta bir adım ileri gidip islami millileştirmeye hatta Kürt meselesini bile İslamla çözmeye çalışmanın ötesinde orayı dayanak yaparak geldiği iktidarı sürdürmek adına Kemalizm’le bir çeşit anlaşmış görünüyor. AKP iktidarı geldiği noktada Kemalizm’in irtica kısmını atıp, bölücülük kısmını alıp onların mantalitesiyle çözme noktasına evrildi. Buna gelecekte yapılması söz konusu olan Cumhurbaşkanı seçimini ve ardından olası başkanlık tartışmalarını da eklediğimizde durum daha da netleşmiş olur. Çünkü AKP’nin sorunları kendi yöntemleriyle çözeceği bir ideolojisi yok, sıkışınca söz bitti deyip yıllardır statükonun sarıldığı yöntemlere ve eylem biçimine başvuruyor. (va bir çeşit aslına rucu ediyor) Böyle olunca da AKP siyaseti bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştürmüş oluyor ve bunda kısmen başarılı da oluyor.
AKP pragmatik politikalarının iki ileri bir geri adım atmasının temel nedeni bir ideolojisinin olmamasıdır. Bu da başbakanı geldiği noktada alt yapısı olan bir sisteme dayalı olarak konuşmak ve çözüm üretmek yerine üçüncü dönmedir (başarılı biçimde yürüttüğü halkla ilişkiler faaliyeti sonucu) yüksek oylarla iktidara gelmenin sonucu olarak baştaki mütevazi duruşundan farklı olarak öfkeli ve kibirli hale getirmiş durumda. Evet bugün iki kavram malasef başbakanın eylem ve söylemini belirleyecek kadar hakim: Öfke ve kibir. Öfkeli çünkü kendinden başka kimseyi tanımıyor ve kendisine yapılan eleştirilere tahammül göstermiyor bu da onu daha kibirli hale getiriyor. Artık Türkiye gömleği ona dar geldiği için üstüne oturacağı daha büyük bir post arıyor kendine. Bu haliti ruhiye giderek iç ve dış politikadaki anlayışlarına da yansıyor. Mesela başbakan kendi ülkesinin içinde bu kadar kan akarken, kendi uçakları kendi halkını bombalarken, Gazzedeki kanı durdurmaya soyunuyor. Bunun için İsrail’le çatışmayı göze alacak atraksiyonlar yapıyor. Libya’yı, Süriyeyi dizyn etmeye uğraşıyor. Bunun sadece insani ve uluslararası hukukun gereği olarak yapıldığı kanısında değili mi. Neden? Çünkü birileri ona Türkiye liderliği gömleğinin dar geldiğinin kendisinin Ortadoğu lideri hatta giderek dünya liderliğine soyunabilecek bir şahsiyet olduğunu habire empoze ediyor. Başbakana bunu empoze edenler kendi ülkesinde akan kanı durduramayan bir başbakanın başka ülkelerdeki kanı durdurmasının nasıl mümkün olağanı söylemiyorlar. Bu minval üzere daha düne kadar büyük bir afra tafra ile öne sürdükleri “sıfır problemli dış politika” çöktü, birden bire neredeyse bütün komşularıyla burun buruna gelen bir Türkiye profile ortaya çıktı. Ancak bu öfkeli ve kibirli hal ve gidişin Türkiye’ye kazandıracağı bir şey yok aksine felakete sürüklemekten başka. Değiştirmeye geldiği devlete kendisi değişerek entegre oldu, statukuculara karşı gelerek halkın oyunu kazanmıştı şimdi kendi statukosunu yarattı; devlet halk ikiliğinde sırtını halka dönerek develeti ele geçirdikten sonra onun yanında duruyor. Ordu kendine göre kontrole alınarak post vesayetçi bir dönem başlattı, yargı tamaen ele geçirildi ve Beşir Atalayın deyimi ilre yargı yoluyla “tek taraflı entegre oprasyonlarla binlerce adam tutuklandı, Basın yandaş hale getirildi, YÖK dizayn edildi, veselam daha önce karşı oldukları ve değişmesi gerikir dedikleri kurumlar ele geçince birden bire iyi oldu onlar için. Tabi tüm bunları muhalefetin yeetrince muhalefet edememesi veya en azından alternatif iktidar yaratamaması üzerine inşaa ediyor.
Sonuçta iktidar bozar mutlak iktidar mutlaka bozar. O halde yeni bir alternatife ihtiyaç var.
Peki başta CHP olmak üzere diğer partiler bu süreçte ne yapabilir? Ulus-devletin ve bilerek veya bilmeyerek Soğuk Savaş’ın eskimiş paradigmalarından medet umdukları sürece bu anlayışların AKP’nin karşısında yapabileceği bir şey yok. Tam tersine mevcut duruşları ve politikalarıyla AKP’nin daha reformcu, Erdoğan’ın daha cesur algılanmasına yol açıyorlar.
O halde siyasetin en önemli unsuru olarak değişimi esas almalılar. Bunun nasıl olacağı ise bir başka yazının konusu.
Prof. Dr. Ahmet Özer-Sosyolog
Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları