loading
close
SON DAKİKALAR

Barış sürecindeki kaygı ve kuşkular

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 22.05.2013

Ahmet Özer, ''Peki bu anlaşılmış hususlar hayata geçtiğinde bunları halk görmeyecek mi?''...

Çözüm süreci büyük umut yarattı

30 yıl süren bir çatışma ortamından sonra 2013 başı itibarıyla hızlı bir çözüm ve barış sürecine girilmesi toplumun bir kısmında sevinç ve umut yaratırken diğer bir kısmında ise şaşkınlık ve endişelere yol açtı. Aynı olay, nasıl oluyor da toplumda bu kadar zıt iki duyguya yol açıyor, analize ve anlamaya muhtaç bir durum. Çözümün selameti için bu hususun aydınlatılmasında yarar var. Çünkü kuşku ve kaygılar giderilemezse zaman içinde barış karşıtları tarafından süreci sabote etmek için kullanılabilir ki; durumun hassasiyeti giderilmesi gereken bu riski her zamankinden çok taşıyor. Bu bakımdan barış sürecinin başarıyla sonuçlanması, birkaç kritik noktaya bağlıdır: kaygı ve kuşkuların giderilerek toplumsal ve siyasal katılımın sağlanması, müzakere edenlerin bilinç hal ve tavırları ve aktörlerin kullandıkları dil bu süreçte önemlidir. 

Kuşku ve kaygılar giderilmeli 

Öncelikle bir kesim var, halktan gizlenen bir pazarlığın varlığını sürekli öne sürüyor. Bunlar ya böyle bir durum olmadığı halde siyasetten mevzi edinmek için bu argümanı ileri sürüyorlar ya da gerçekten halktan gizlenen böyle bir pazarlığa inanıyorlar. Fakat bu önemli değil, önemli olan böyle bir algının oluşmuş olması ve bunun toplumda bir karşılığının bulunmasıdır. Eğer bu algı düzeltilmezse bu algı bir süre sonra olgunun yerini tutabilir. 

Bu bağlamda MHP’nin tavrı biliniyor ama CHP’nin katılımının sağlanması önemlidir. Söz gelimi akil adamlar neyi araştırıyor ve ya kimleri iknaya çalışıyor? AK Parti ve BDP tabanı zaten süreci destekliyor. Bu süreci onlar başlattı, onlar sahiplenecek ve savunacak elbet. MHP’nin ikna edilmesi gibi bir durum söz konusu değil, çünkü o siyasi nemasını bu karşı tutumundan alıyor. Geriye CHP kalıyor. CHP tabanını ise ancak CHP’nin karar vericileri, liderleri ikna edebilirler. O halde CHP yönetimi ile konuşup ikna etmek onlarca insanın gidip onların tabanıyla teker teker konuşup ikna etmekten daha rasyonel bir yol değil mi? Kulağı tersten tutmanın ne manası var? CHP yönetimi ise sürekli toplumdan bir şeylerin gizlendiği şüphesini ileri sürüyor. Eğer mesele üzüm yemekse, müzakereyi yürüten bir heyet gidip bütün açıklığıyla süreci CHP yönetimine neden anlatmıyor? Öcalan’la görüşmeyi göze alanlar, Kılıçdaroğlu’yla görüşmeyi neden bir türlü gerçekleştirmiyorlar? Çünkü bu meselenin hallı, ancak bunu her türlü siyasi ve kişisel yararın üstünde tutmalarına bağladır. 

Demokrasisiz barış, barışsız demokrasi olmaz

İkinci bir kesim de var ki toplumda; “barış ileri sürülerek demokrasi feda ediliyor” diyor. Zaten çok güç biriktirmiş olan AKP’ye ve Erdoğan’a bu yolla biraz daha güç aktarılması halinde otokritik bir rejimle karşı karşıya kalınacağını ileri sürüyorlar. Bu tezin medyada, entelektüel kesimlerde ve siyasi partilerde epeyce taraftarı var. Bu noktanın da açığa kavuşturulması çözümün geçerli, barışın kalıcı olması için şart.

Üçüncüsü ve daha önemlisi, silahlı unsurların çekilmesinden sonrası yaşanan şaşkınlıktır. Geniş kitlelerde görülen, “Şimdi ne olacak, bir müzakere var mı, bu müzakerenin sonuçları ne olacak, bize nasıl yansıyacak, ülke bölünür mü?” kaygısı var, ya da birileri bu kaygıları bilinçli pompalıyor. Ayrıca buna “sürecin sonucunda gerçekten kalıcı bir barışa ulaşabilecek miyiz?” endişesini de eklemek lazım. Bu durum Kürtlerde, Türklerde, hatta hem AKP ve hem BDP tabanı da dahil olmak üzere örtük veya açık olsun çeşitli biçimlerde seziliyor. O halde bütün bu kaygı ve kuşkular görmezden gelinerek, bu kadar önemli bir meseleyi, “ben yaptım oldu bitti” demeye getiremeyiz. Türkiye'nin gerçek kalıcı bir demokrasiye kavuşması biraz da bu kaygı ve evhamların giderilmesine bağlı.

Müzakerenin niteliği süreci belirler 

Önce işin esası olan müzakerelerden başlayalım. Müzakerelerde esas olan nihai amacın gözden uzak tutulmaması olmalıdır. Eğer müzakere ya da diyalog adı altında rakibinizi ezmek, yenmek, saf dışı etmek, işi onların aleyhine tamamen kendi lehimize evirmekle ya da bitirmek gibi gizli ya da açık bir niyet ya da amaç güdüyorsanız müzakere ve barış çalışmasından sonuç alınamaz. Üstelik bu tavır karşılıklı bir güven bunalımı yaratacağı ve gelecekte olası barış çalışmalarına da gölge düşeceği için barışa değil, daha da şiddetlenecek olan savaşa hizmet edecektir.

Bu mevzuda bir başka husus da şudur: Görüşmeleri yürütenler bu görüşmeleri sadece kendi adlarına yürütmüyorlar. Her birisinin arkasında bir halk gücü veya desteği vardır. Bu görüşmeler onlar adına da yürütülüyor. O halde görüşmeleri yapanlar, kişisel hırs düşmanlık ve ya kişisel sempatiyle hareket edemezler. Adına görüşme yaptırdıkları kitleleri her an akılda tutarak hareket etmek zorundadırlar. Eğer herhangi bir konuda yapacakları mutabakatta halkın destek veremeyeceği gibi bir şüpheye kapılırlarsa o takdirde halka gidip onay almaları ya da halkı bu konuda ikna etmeleri gerekir. Halka gidildiğinde belki de halk onları başka bir şeye ikna edecektir. Böylece görüşmelerin seyri yeni bir hal alabilir. O halde diyalog ve müzakere süreci, o sürecin bizatihi niteliğini değiştirebilir. Ama dikkat edilmesi gereken tek husus nitelik değişikliğinin tekrar savaşa dönüş olmayacağı, diyaloğun ve müzakerenin hiçbir şart ve hal altında kesilmeyeceğiydi. Kaldı ki uğraşılan hususlar mutabakata varılan konular tamamen gizli kalmamalı, çözüme zarar vermeyecek bir zamanlama planlaması içinde mutlaka toplumla paylaşılmalıdır. Karanlıkta kalan şeyler her türlü evhamı içermeye müsaittir. Toplumsal evham şüpheye, şüphe kaygı ve korkuya, korku da sürece karşı tavır almaya iter. Bundan kaçınmanın yolu yapılan müzakerelerin mümkün mertebe şeffaf olması ve hiç bir şeyin karanlıkta kalmamasıdır.

Diyelim ki halkın tepkisinden endişe edildiği için bazı anlaşma noktaları halktan gizlendi. Peki bu anlaşılmış hususlar hayata geçtiğinde bunları halk görmeyecek mi? Daha önce paylaşıldığında ikna edilerek tolere edilecek bir husus sonradan uygulamada ortaya çıktığında toplum kendisinin kandırıldığı duygusuna kapılarak karşı çıkacaktır. Dolayısıyla bu sürece zarar vereceği gibi barışın kalıcı olmasını da engelleyecek riskler taşımaktadır. O halde müzakereler, müzakereyi yapan küçük bir grubun beklentisine, kişisel ve duygusal tutum ve davranışlarına hapsedilemez. Bu anlamda yetkilendirilmiş kişiler konuşurlarken kişisel duygu ve tepkilerinden sıyrılmalıdırlar. Bundan sıyrılamayanlar ise bu işlerden uzak tutulmalıdır.

Savaş dili barış sürecini zehirler

Onun için, sürecin tam ortasında bir başbakan yardımcısının ya da bir bakanın ulu orta hakaretlerde bulunması, nefret diliyle konuşması sadece kişisel duygularının dışa vurumuyla kalmaz, süreci sorumsuzca sabote eden bir risk taşır. O yüzden barış dili ısrarını hep ileri sürüyoruz. Savaş dili barışı zehirleyen en kötücül müdahalelerin başında gelir, bunu her daim akılda tutmak ve ona göre hareket etmekte fayda vardır.Başbakan “gitsinler de nereye giderlerse gitsinler” diyor. Başbakan yardımcısı daha da ileri giderek “cehennemin dibine gitsinler” diyebiliyor. Bilmiyor ki onun bahsettiği “cehennemin” en ufak bir alevlenme de ateşinin bunu söyleyenlerin yüzünü yakacak kadar yakında olduğunu. Çünkü Kandil’de medya savunma alanlarındaki Bahdinan ve Soran bölgesinde PKK kamplarının yanı sıra 600 civarında köye ve 40-50 bin kişiyi barındıran içinde her türlü siyasi, sosyal ekonomik ve eğitsel faaliyetin yürütüldüğü Mahmur kampına sahip. Orada silahlar durdukça burada barış sağlandı deme kandırmacasına sığınmak kimin ne işine yarayacak? Erdoğan “düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” dediği gibi şimdi de “yeter ki gitsinler, biz görmezsek PKK'de yoktur” mu demek istiyorlar. Böyle olunca da gerçekten yok mu olacaklar? Bu naiflik bir kenara bırakılmalı artık. İşe biraz daha ciddiyetle yaklaşılmalı.

Silahlı unsurların çekilmesi son değil başlangıçtır

Silahlı güçlerin çekilmesi ile her şeyin bittiği şeklinde bir gösterinin yapılması ve böyle bir algının yaratılması külliyen yanlıştır, yanlışın ötesinde kendi kendini kandırmadır. Silahlı unsurların çekilmeleri son derece önemli ama bir son değil sonun başlangıcıdır. Eğer bunu bir son ve ya sonuç gibi görüp sunarlarsa, korkarım o son gelmeyebilir. Bunu bir son ve sonuç gibi sunmak bütün bu işlerin önümüzdeki seçimleri sorunsuz elde etme pragmatizmi şüphelerini kuvvetlendirmekten ve bunun da barış sürecine zarar vermekten başka bir işe yaramaz. 

Ahmet Özer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları