loading
close
SON DAKİKALAR

Barış'ın kodları

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 02.04.2013

Ahmet Özer, ''Ülkenin nereye gittiğini anlamak için önce Orta doğunun da içinde yer aldığı büyük resme bakmak gerekir''...

Türkiye riskli bölgede


Türkiye mevcut konumuyla taşıdığı riskler ve potansiyeller bakımında tam bir denge durumunda bulunuyor. Dışarıda, birçok komşusuyla sorunlu bir pozisyonda olması, içeride ise 50 bin cana ve 500 trilyona mal olmuş Kürt meselesiyle uğraşması hem kan hem de prestij kaybına yol açıyordu. Şimdi ise bir yandan içeride başlayan barış süreci, dışarda ise aynı dönmede İsrail'in Mavi Marmara için özür dilemesi dengeleri birdenbire Türkiye lehine değiştirdi. 

Ülkenin nereye gittiğini anlamak için önce Orta doğunun da içinde yer aldığı büyük resme bakmak, sonra bunun bir parçası olarak addedilecek olan içerideki gelişmeleri kavramak gerekiyor. Türkiye'nin üç tarafını saran Orta doğu, Batı Asya ve Kafkasya dünya enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahipken, batısındaki AB ve ABD ise bu kaynakların % 80’nine muhtaç ülkelerden oluşuyor. O yüzden Türkiye bu haliyle doğudan batıya uzanan bir enerji koridoru niteliğindedir. Bu koridor ister istemez kendi güvenliğini de beraberinde getirmek zorunda. Yani Türkiye'nin jeo politik konumu ona ister istemez jeo ekonomik üstünlük sağlıyor; ancak bu avantaj, Kürt sorununu tam olarak çözmediği için bir dezavantaja dönüşmüş durumdaydı. Şimdi görünen o ki ABD, İsrail ve Türkiye'nin yanı sıra denkleme Kürtleri de dahil etmek istiyor. Bu yüzden Kürt sorunun çözümünün yolu açıldı ve İsrail’le Türkiyenin ilişkileri tekrar normale dön(dürül)dü. Artık bu durumda yönetenlerin iç dinamiklerin gücüne dayanarak basiretli davranıp çözümü hızlandırmaları gerekiyor. Onun için de Türkiye’nin bir zenginlik ve avantaj olarak değerlendirmesi gereken çok kültürlü yapısını, (yıllardır uyguladığı yanlış politikalar neticesinde ayağına dolanan prangalardan çıkarıp) lehine dönüştürmesi gerekiyordu, şimdi yapılmaya çalışanda şey budur..


En büyük risk etnik ve mezhep çatışması

Irk ve milliyet merciden yürütülen etnik çatışma, dinsel ve mezhepsel bağlamda meydana gelen gerginlikler en riskli iki alanı oluşturmaktadır. Her iki sorun da iç mesele gibi görünse bile etnik ve mezhep meselesi Suriye, İran ve Irak politikalarıyla da yakından ilgili olmakla iç politikayla yakından ilişkili meselelerdir. Çünkü Türkiye İran, Suriye, Irak ve Lübnan'dan oluşan “Şii Yayı”nın tam göbeğinde yer alıyor. Öte yandan Sünnilerin liderliğine soyunan Mısır Arap Baharıyla yeni bir kimlik kazandı, Filistin ve İsrail’in anlaşmazlığı sürüyor. Beri tarafta ise Vahabiliğin liderliğini sürdüren Arabistan yer alıyor. Bu kazanda Türkiye'nin kendine yeni ve güçlü bir yer edinmesi ancak Kürtlerle mümkün. Kürtlerle kurulan bağ eğer ulusçu modernizmden demokratik moderniteye evrilebilirse bundan her iki halk da kazançlı çıkacaktır. Ancak Orta doğunun büyük devletleri yeri geldiğinde rakiplerini engellemek ve zayıflatmak için din, mezhep ve etniste gibi unsurları hep kullandılar bundan sonar da kullanmak isteyeceklerdir. 

Bilindiği üzere din ve mezhep çatışmaları tarım imparatorlukları döneminden kalma bir çatışma biçimidir. Tarım imparatorlukları zamanında, insanları toprak için savaşa ikna etmek kolay olmadığından, toprak için yapılan savaşlar din ve mezhep üzerinden yapılıyordu. Endüstri dönemine geçildiğinde uğruna savaşılacak meta da değişti. Bu kez pazar ve ham madde için işgaller, savaşlar yapıldı. Ancak bir önceki dönemde olduğu gibi “hadi gelin kapitalizmin pazar hırsı için savaşalım” denseydi savaşacak kimse bulunmayacağından, bu sefer endüstrileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik kullanılarak, ham madde ve pazar için ırk ve milliyet üzerinden savaşlar yapıldı.


Dünya üçüncü dalga dönemini yaşıyor, Türkiye buna ayak uydurmalı

Dünya bilişim çağında, tarım ve sanayi dönemleriyle birlikte hem din ve ırk savaşlarını, hem de imparatorluk ve ulus devlet biçimlerini çoktan aştı. Artık üçüncü dalganın yaşandığı bilgi ve teknoloji çağına girmiş bulunuyoruz. Bu dünyada hala 1. ve 2. dalganın sorunlarını çözemeyenlerin 3. dalganın yarattığı uygar dünyada hak ettikleri yeri bulmaları şüpheli. O yüzden Türkiye’nin hızla bu kısır döngüden çıkması lazım. Türkiye zaman olarak üçüncü dünyada yaşarken uğraştığı sorunlar ikinci ve üçüncü dünyanın sorunları olduğundan şimdiye dek uyguladığı çözümler de Soğuk Savaş döneminin ulus devlet çözümlerine has çözümlerdi.. Milliyetçe ve güvenlikçi yaklaşımlar son yıllarda iki çatışma biçimini de iyice kışkırttı ve su yüzüne çıkardı. 

Nitekim Kürt sorununu, demokratik yollarla çöz(e)medi. Alevi meselesi çalıştaylarda heba edilirken, Kürt sorununu askere havale etti, böylece bu sorun her gün onlarca can alan düşmanlıkları artıran bir soruna dönüştü, büyüdü daha da içinden çıkılamaz hale geldi. Şimdi bu kısır döngüden çıkılması isteği, Türkiye için tarihi ve devrim niteliğinde bir karardır. Ancak sadece bu konuda istekli olmak bizi sonuca götürmek için yeterli değil, işin gereğini de yapmak lazım. Silahların susması çözüm için yeterli değil, asıl sorun Kürt meselesini çözmekten geçiyor. Bu anlamda bariş süreci demokratikleşme süreciyle at başı gitmesi lazım. Bu noktada sorunun gelip dayandığı yer merkezi iktidarın biriktirdiği gücü, yetki, sorumluluk ve kaynaklarla birlikte (katılımcı demokrasi gereğince) çevreye dağıtmasına yani bir yerde egemenliği paylaşmasına dayanıyor. Gelenekçi ve seçkinci bir anlayışla Ankara’da toplanmış katı merkeziyetçi ve bürokratik yönetim ve yetkilerin yereldeki yapılara devri çözümün diğer adıdır. Artık katı merkeziyetçi ve bürokratik yönetim anlayışının terk edilmesi, tek dil, tek millet gibi tekellerin kaldırılarak Kürtçe’nin de kullanılacağı bir formülün geliştirilmesi, Kürt etnik yapısının anayasal güvenceye bağlanması, diyanetin yeniden düzenlenerek burada Alevilerin temsiliyetinin sağlanması çözümün anahtar noktalarını teşkil ediyor. 


Adil ve hakça bir çözüm için iyi niyet, empati ve barış dili şart

Uğruna çok acı çekilen, mücadele edilen eşitlik, özgürlük ve adalet arayışı, birçok soruna kaynaklık eden ekonomik dengesizliklerin giderilmesi eskilerin deyimiyle artık “neşru nema” bulmalı. Bu minvalde “Kalkınmada ayrıcalıklı bölgelere” karşılık “kalkınmadan geri bıraktırılmışlığı” ortadan kaldıracak hamlelere, “refah ve dengeli dağılım adaleti”ni sağlamaya, dönük adımlara ihtiyaç olacaktır. Diyelim ki bunlar sağlandı, yeterli mi? Değil elbet, çünkü silahlar susmadıkça sorun zihinlerde devam edecektir. O halde silahların tamamen susması ve kalıcı ve onurlu bir barışın sağlanması için her iki alanda ve her iki tarafta karşılıklı adımların hızla atılması elzemdir. Çünkü süreç ne kadar uzarsa çözüm o kadar zorlaşır.

Bu noktada Öcalan'ın çağrısı tarihi niteliktedir, başbakanın buna cevabı da gayet olumlu bir hava oluşturdu. İkinci olarak barış dilinin kullanılması şart. Bir tarafın “terörist” diğer tarafın “düşman” edebiyatını, “silahlarını mağaralara bırakıp gitsinler” gibi gayrı ciddi söylemeleri artık bırakması gerekir. Her iki tarafın da empati yaparak birbirine çok önemli. Bir kere şunu iyice bilmek gerekir ki bu tür çatışmalarda bir tarafın mutlak kazanıp diğer tarafın kaybettiği bir barış süreci başarıya ulaşamaz. Barış sürecinin başarıyla sonuçlanması için iki tarafında kazanacağı algısının oluşturmak ve buna göre davranmak gerekir. Bu olduğu taktirde çatışmasızlık geri çekilmeye, o da silah bırakmaya dönüşecektir. Buna rağmen her zaman bu süreci sabote edecek birileri çıkabilir. O yüzden barış süreci, bisiklet sürmeye benzer; pedal çevirmeyi durdurduğunuzda düşersiniz. Demek ki saboteler olsa bile sürece devam etmek gerekir. Başlangıç olarak silahların susmuş olması büyük bir işlev sağlıyor. Artık bunca kötü koşuldan sonra iyi bir zamana girdik. Bilinmeli ki en iyi zamanlar en kötülerin ardından gelir.



Ahmet Özer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları