loading
close
SON DAKİKALAR

CHP’nin Hamlesi ve AKP’nin Tutumu

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 04.07.2012

Prof. Dr. Ahmet Özer yazıyor, ''Oysa başbakanın bu iki tutumu “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaya” mal olabilir ona''...

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Kürt açılımıyla hamle yapınca, hem kendi açısından hem de Türkiye açısından iki önemli gelişmeye neden oldu. 


1) Yıllardır kangrene dönüşmüş olan ve bir türlü çözülemeyen Kürt sorunu konusunda insiyatif alarak hem toplumda bir umut ışığı yaktı ve heyecana neden oldu hem de epeydir AKP’nin yarattığı gündemlerin peşinden sürüklenen bir parti görüntüsünden çıkarak bizzat kendisi gündemi belirlemiş oldu. 


2) Bu hamleyle uzunca bir süredir Kürt seçmenle CHP arasında oluşan ve bir türlü çözülemeyen buzları eritme konusunda ciddi bir adım atmış oldu. Çünkü Deniz  Baykal’ın son yıllarda genel başkan olarak uyguladığı Kürt politikası bu seçmen kitlesini CHP’den küstürmüş ve uzaklaştırmıştı. Şimdi Kılıçdaroğlu risk yüklenerek ve  sosyal demokrat bir anlayışın gereği olarak bu adımı atıyor ve yeni CHP’nin de Kürtlerle barışmak isteğinin mesajını veriyor. Bu bir, ikincisi ise, bu gelişmenin akabinde CHP genel başkanın Başbakan Erdoğan’a yapmış olduğu “üslubumuza dikkat edelim” çağrısı da son derece önemliydi ve halkta karşılık buldu. Çünkü toplum liderlerin bir birilerine nerdeyse küfre ve kimi zaman hakarete varan karşılıklı atışmalarını tasvip etmiyor. Çocuklarımıza örnek olması gereken siyasilerin bu üslubunun ne sorunların çözümüne ne de siyaset kurumuna zarardan başka faydası yok. Kılıçdaroğlu bu son önerisiyle aslında toplumun gönlünden geçeni söylemiş oldu.

 

Gelelim bu iki hamlenin AKP cephesinden nasıl karşılandığına: Başbakan öneriyi duyunca ilk etapta gene üstten bakan bir tarzla önce redetme eğilimine girdi, ama hemen ardından böyle bir davranışın tepki çekeceği yolunda uyarılmış olacak ki, ilk yaklaşımını hemen terk etti, “gelsinler görüşelim” dedi. Fakat bu kez de MHP’nin uzlaşmaz tutumunu gerekçe göstererek BDP’yi devre dışı bırakan bir tavır sergiledi. Meselenin temel aktörlerinden birini ısrarla dışarda tutma yaklaşımı aslında başbakanın amacının meseleyi çözmekten ziyade anamuhalefet partisini kendi peşine takarak beklenti içine girmiş kesimleri oyalamak hiç olmazsa tepkilerin bir kısmını minimize etmek olduğu anlaşıyor. Oysa ki CHP’nin önerisi mecliste grubu bulunan partilerin mutabakatını içeriyor ve eğer böyle olursa çözüm için kalıcı ve inandırıcı adımlarının atlabileceğini ima ediyor. AKP’nin karşı önerisi ise sorunu, daha önceleri de hep yaptığı gibi “çözmekten ziyade ....çözüyormuş gibi” yapmaktan ibaret ki bunun da sonuç vermeyeceği belli.

 

Başbakan Kürt meselesinde Kılıçdaroğlunun attığı iki olumlu adıma karşılık  2011 seçimleri ve Silvan saldırısı sonrası iki olumsuz tavra saplanıp kaldı. Birincisi barışçı  politikayı tamamen terk ederek güvenlikçi politikaya teslim olmasıdır. Siyaseten sorumsuz akıldaneleri/danışmanları siyaseten sorumlu olan başbakana ve hükümete askeri vesayetin geriletilmesi sonucu askerin şimdi AKP’nin emrinde ve denetiminde olduğunu, silah modernizasyonun da bu dönemde tamamlandığını, PKK’yı operasyonlarla  vurursa, belini kırıp masada istediğine razı edebileceğini telkin etmektedirler. Yapılan operasyonlara bakıldığında bu telkinlerin başbakanın üzerinde etkili olduğu görülüyor. Oysa bu kısır döngü ölümleri arttırmaktan, artan ölümler ise olası çözümü de zora sokarak berheva etmekten başka işe yaramamaktadır. Tarihsel deneyim ve 30 yıldır uygulanan askeri konsept bunun en açık delilidir.

 

Başbakanın işlediği ikinci yanlış ise 2011 seçimleriyle beraber Türk-İslam sentezini de aşan bir dozda milliyetçi bir söyleme saplanıp kalmasıdır. Bunun da olası nedeni şöyle izah edilebilir: 2014 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda %50’nin üzerinde oy alarak güçlü biçimde seçilmek istiyor. Kendince Kürtlerden ve muhafazakarlardan aldığı oyların doyum noktasına geldiğini, %50’nin üstünü tamamlayacak oyları ise MHP seçmeninden alabileceğini düşünüyor. Bu tabloyu gerçekleştirmek için bedeli barış olan bir oy devşirme yolculuğuna  çıkmış durumda. Kendini 2014’e kilitlemiş durumda ve sanki başka hiçbirşey olamayacak gibi  bu senaryoyu gerçekleştirmenin peşine düşmüş. Hesap bu olunca politikasını da buna göre tasarlıyor. Bu gerilimli aksiyonel tutum ve söylem, diğer siyasi liderleri de ister istemez reaksiyonel davranmaya itiyor. Nitekim bir müddettir barış konuşulurken bile liderler birbirini hırpalayan, karşısındakini ötekileştiren ve barış ortamını zehirleyen savaş dilini kullanmaktadırlar. Dolayısıyla her meselede olduğu gibi dil bu meselede de çok önemli. Boşuna “insanı gösteren dilidir konuş ki seni göreyim” denmemiştir. Dili neyse eylemi de odur kişinin. Kılıçdaroğlunun uslub çağrısına Erdoğanın sert bir tonda “sen nasihat etme noktasında değilsin, nasihati ben sana veririm ancak..” türündeden tahammülsüz ve kibirli bir biçimde cevap yetiştirmesi, barış isteme niyetinin ne denli samimi olduğunu göstermesi bakımından manidardır. Dolayısıyla askeri çözüm ve savaşı körüklüyen milliyetçi söylem belli bir hedefi gerçekleştirmek için yapılmış bir tercih gibi görünüyor.

Oysa başbakanın bu iki tutumu “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaya” mal olabilir ona. Bu meselede şu söylenebilir rahatlıkl; bu sorunu çözmek istiyorsak artık soruna dar bir çerçeveden bakmamak zorundayız. Ayrıca eğer birlikte çözmek istiyorsak birbirimize düşmanlık yaparak çözemeyiz. Hele hele nefret tohumlarını ekerek, ön yargıları kışkırtarak hiç çözemeyiz. Bu mesele ölmekle, öldürmekle, şiddetle çözülemez. Bu mesele on yılda  sürse,  20 yılda sürse sonuçta konuşularak, müzakere edilerek çözülecektir. Zaman uzadıkça ölümler artacak, olan genç yaşta yiyip giden canlara olacak. Öte yandan ölümler artıkça sorunun çözümü zorlaşacak, öyle bir gün gelecek ki bu kısır döngü içinden çıkılamayacak bir hale gelecektir. Ayrıca arkadan gelen “fırtına çocukları” dediğimiz savaşın çocuklarına bu iş kalırsa çözüm daha da güçleşecektir. Çünkü bu kuşak, ateşin içinde yanarak gelen, tanka, panzere taş atarak büyüyen, yakınlarını şu ya da bu şekilde kaybeden, bu sebeple de  “nerde inceyse orda kırılsın” diyen bir kuşak. Akıldan ziyade duyguyla hareket eden, olayların yönlendirdiği, empati yapma sınırlarını aşmış, savaşın ipine sarılmış bir kuşak. Oysa buna karşılık çözüm için ise iyi niyet, samimiyet, empati yapma ve barış dilini kullanılması önemli anahtar kavramlar. Bu kavramların altı doldurulmalı. Bu işin psikolojik alt yapısını oluşturacaktır. Psikolojik altyapı oluşturulduktan sonra sıra somut adımları atmaya gelecektir. Bu taktirde atılacak somut adımlar kalıcı bir toplumsal barışın önünü açmış olacaktır. Burada “Nasıl bir çözüm?” sorusu önem kazanıyor. Şehit cenazelerinde hamasi nutuk atıp, ah vah etmek yerine, çözüm ortaklığı geliştirilmeli.  

 

Somut adımlar atılırken ortak noktalardan başlıyarak gitmekte  fayda vardır. Burada da şunu bilince çıkarmak lazım: Eğer taraflar gerçekten sorunu somut bir biçimde çözmek istiyorsa herkes kendi çözümünü dayatmamalıdır.  Herkesin veya herkesimin kendine göre ayrı bir çözümü vardır. Sorun ortak noktada, “çözüm ortaklığında” birleşmekte çıkıyor. Bu noktada “hakkı teslim etmek” ve “hakkaniyetli davranmak” ilkesi yolgöstermeli. Sorunu veya çözümü politik çıkarlara alet ederek ya da seçim öncesi çıkarlara göre davranarak, her bölgeye göre ayrı nabza şerbet politikası uygulayarak bir yere varılamaz. Herkes azami müştereklerinden biraz fedakarlık yaparak asgari noktalarda buluşmaya çalışmalı. Çünkü siyaset olabileceği olur kılan bir sanattır. Siyasetçinin hüneri de burada ortaya çıkar. Bizim bu süreçte ülkesinin çıkarlarını kendi siyasi ve kişisel çıkarlarının önünde tutan hünerli siyasetçilere ihtiyacımız vardır. Hep birlikte bu tür siyasilere destek olmalı ve onları yüreklendirmeliyiz. Bugünden başlamak lazım yarın geç olabilir!

 

Prof. Dr. Ahmet Özer, Sosyolog

Toros Üniversitesi

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları