CHP’nin Hamlesi ve AKP’nin Tutumu
Prof. Dr. Ahmet Özer yazıyor, ''Oysa başbakanın bu iki tutumu “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaya” mal olabilir ona''...
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Kürt açılımıyla hamle yapınca, hem kendi açısından hem de Türkiye açısından iki önemli gelişmeye neden oldu.
1) Yıllardır kangrene dönüşmüş olan ve bir türlü çözülemeyen Kürt sorunu konusunda insiyatif alarak hem toplumda bir umut ışığı yaktı ve heyecana neden oldu hem de epeydir AKP’nin yarattığı gündemlerin peşinden sürüklenen bir parti görüntüsünden çıkarak bizzat kendisi gündemi belirlemiş oldu.
2) Bu hamleyle uzunca bir süredir Kürt seçmenle CHP arasında oluşan ve bir türlü çözülemeyen buzları eritme konusunda ciddi bir adım atmış oldu. Çünkü Deniz Baykal’ın son yıllarda genel başkan olarak uyguladığı Kürt politikası bu seçmen kitlesini CHP’den küstürmüş ve uzaklaştırmıştı. Şimdi Kılıçdaroğlu risk yüklenerek ve sosyal demokrat bir anlayışın gereği olarak bu adımı atıyor ve yeni CHP’nin de Kürtlerle barışmak isteğinin mesajını veriyor. Bu bir, ikincisi ise, bu gelişmenin akabinde CHP genel başkanın Başbakan Erdoğan’a yapmış olduğu “üslubumuza dikkat edelim” çağrısı da son derece önemliydi ve halkta karşılık buldu. Çünkü toplum liderlerin bir birilerine nerdeyse küfre ve kimi zaman hakarete varan karşılıklı atışmalarını tasvip etmiyor. Çocuklarımıza örnek olması gereken siyasilerin bu üslubunun ne sorunların çözümüne ne de siyaset kurumuna zarardan başka faydası yok. Kılıçdaroğlu bu son önerisiyle aslında toplumun gönlünden geçeni söylemiş oldu.
Gelelim bu iki hamlenin AKP cephesinden nasıl karşılandığına:
Başbakan öneriyi duyunca ilk etapta gene üstten bakan bir tarzla önce redetme
eğilimine girdi, ama hemen ardından böyle bir davranışın tepki çekeceği yolunda
uyarılmış olacak ki, ilk yaklaşımını hemen terk etti, “gelsinler görüşelim”
dedi. Fakat bu kez de MHP’nin uzlaşmaz tutumunu gerekçe göstererek BDP’yi devre
dışı bırakan bir tavır sergiledi. Meselenin temel aktörlerinden birini ısrarla
dışarda tutma yaklaşımı aslında başbakanın amacının meseleyi çözmekten ziyade anamuhalefet
partisini kendi peşine takarak beklenti içine girmiş kesimleri oyalamak hiç
olmazsa tepkilerin bir kısmını minimize etmek olduğu anlaşıyor. Oysa ki CHP’nin
önerisi mecliste grubu bulunan partilerin mutabakatını içeriyor ve eğer böyle
olursa çözüm için kalıcı ve inandırıcı adımlarının atlabileceğini ima ediyor.
AKP’nin karşı önerisi ise sorunu, daha önceleri de hep yaptığı gibi “çözmekten
ziyade ....çözüyormuş gibi” yapmaktan ibaret ki bunun da sonuç vermeyeceği belli.
Başbakan Kürt meselesinde Kılıçdaroğlunun attığı iki olumlu adıma
karşılık 2011 seçimleri ve Silvan
saldırısı sonrası iki olumsuz tavra saplanıp kaldı. Birincisi barışçı politikayı tamamen terk ederek güvenlikçi
politikaya teslim olmasıdır. Siyaseten sorumsuz akıldaneleri/danışmanları siyaseten
sorumlu olan başbakana ve hükümete askeri vesayetin geriletilmesi sonucu
askerin şimdi AKP’nin emrinde ve denetiminde olduğunu, silah modernizasyonun da
bu dönemde tamamlandığını, PKK’yı operasyonlarla vurursa, belini kırıp masada istediğine razı
edebileceğini telkin etmektedirler. Yapılan operasyonlara bakıldığında bu
telkinlerin başbakanın üzerinde etkili olduğu görülüyor. Oysa bu kısır döngü
ölümleri arttırmaktan, artan ölümler ise olası çözümü de zora sokarak berheva
etmekten başka işe yaramamaktadır. Tarihsel deneyim ve 30 yıldır uygulanan
askeri konsept bunun en açık delilidir.
Başbakanın işlediği ikinci yanlış ise 2011 seçimleriyle beraber
Türk-İslam sentezini de aşan bir dozda milliyetçi bir söyleme saplanıp
kalmasıdır. Bunun da olası nedeni şöyle izah edilebilir: 2014 yılında yapılacak
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda %50’nin üzerinde oy alarak güçlü biçimde
seçilmek istiyor. Kendince Kürtlerden ve muhafazakarlardan aldığı oyların doyum
noktasına geldiğini, %50’nin üstünü tamamlayacak oyları ise MHP seçmeninden
alabileceğini düşünüyor. Bu tabloyu gerçekleştirmek için bedeli barış olan bir
oy devşirme yolculuğuna çıkmış durumda.
Kendini 2014’e kilitlemiş durumda ve sanki başka hiçbirşey olamayacak gibi bu senaryoyu gerçekleştirmenin peşine düşmüş.
Hesap bu olunca politikasını da buna göre tasarlıyor. Bu gerilimli aksiyonel
tutum ve söylem, diğer siyasi liderleri de ister istemez reaksiyonel davranmaya
itiyor. Nitekim bir müddettir barış konuşulurken bile liderler birbirini
hırpalayan, karşısındakini ötekileştiren ve barış ortamını zehirleyen savaş
dilini kullanmaktadırlar. Dolayısıyla her meselede olduğu gibi dil bu meselede
de çok önemli. Boşuna “insanı gösteren dilidir konuş ki seni göreyim”
denmemiştir. Dili neyse eylemi de odur kişinin. Kılıçdaroğlunun uslub çağrısına
Erdoğanın sert bir tonda “sen nasihat etme noktasında değilsin, nasihati ben
sana veririm ancak..” türündeden tahammülsüz ve kibirli bir biçimde cevap
yetiştirmesi, barış isteme niyetinin ne denli samimi olduğunu göstermesi
bakımından manidardır. Dolayısıyla askeri çözüm ve savaşı körüklüyen milliyetçi
söylem belli bir hedefi gerçekleştirmek için yapılmış bir tercih gibi
görünüyor.
Oysa başbakanın bu iki tutumu “Dimyata pirince giderken, evdeki
bulgurdan da olmaya” mal olabilir ona. Bu meselede şu söylenebilir rahatlıkl;
bu sorunu çözmek istiyorsak artık soruna dar bir çerçeveden bakmamak
zorundayız. Ayrıca eğer birlikte çözmek istiyorsak birbirimize düşmanlık yaparak
çözemeyiz. Hele hele nefret tohumlarını ekerek, ön yargıları kışkırtarak hiç
çözemeyiz. Bu mesele ölmekle, öldürmekle, şiddetle çözülemez. Bu mesele on
yılda
sürse, 20 yılda sürse sonuçta
konuşularak, müzakere edilerek çözülecektir. Zaman uzadıkça ölümler artacak, olan
genç yaşta yiyip giden canlara olacak. Öte yandan ölümler artıkça sorunun
çözümü zorlaşacak, öyle bir gün gelecek ki bu kısır döngü içinden çıkılamayacak
bir hale gelecektir. Ayrıca arkadan gelen “fırtına çocukları” dediğimiz savaşın
çocuklarına bu iş kalırsa çözüm daha da güçleşecektir. Çünkü bu kuşak, ateşin
içinde yanarak gelen, tanka, panzere taş atarak büyüyen, yakınlarını şu ya da
bu şekilde kaybeden, bu sebeple de
“nerde inceyse orda kırılsın” diyen bir kuşak. Akıldan ziyade duyguyla
hareket eden, olayların yönlendirdiği, empati yapma sınırlarını aşmış, savaşın
ipine sarılmış bir kuşak. Oysa buna karşılık çözüm için ise iyi niyet,
samimiyet, empati yapma ve barış dilini kullanılması önemli anahtar kavramlar.
Bu kavramların altı doldurulmalı. Bu işin psikolojik alt yapısını
oluşturacaktır. Psikolojik altyapı oluşturulduktan sonra sıra somut adımları
atmaya gelecektir. Bu taktirde atılacak somut adımlar kalıcı bir toplumsal
barışın önünü açmış olacaktır. Burada “Nasıl bir çözüm?” sorusu önem kazanıyor.
Şehit cenazelerinde hamasi nutuk atıp, ah vah etmek yerine, çözüm ortaklığı
geliştirilmeli.
Somut adımlar atılırken ortak noktalardan başlıyarak gitmekte fayda vardır. Burada da şunu bilince çıkarmak
lazım: Eğer taraflar gerçekten sorunu somut bir biçimde çözmek istiyorsa herkes
kendi çözümünü dayatmamalıdır. Herkesin
veya herkesimin kendine göre ayrı bir çözümü vardır. Sorun ortak noktada,
“çözüm ortaklığında” birleşmekte çıkıyor. Bu noktada “hakkı teslim etmek” ve “hakkaniyetli
davranmak” ilkesi yolgöstermeli. Sorunu veya çözümü politik çıkarlara alet
ederek ya da seçim öncesi çıkarlara göre davranarak, her bölgeye göre ayrı
nabza şerbet politikası uygulayarak bir yere varılamaz. Herkes azami
müştereklerinden biraz fedakarlık yaparak asgari noktalarda buluşmaya
çalışmalı. Çünkü siyaset olabileceği olur kılan bir sanattır. Siyasetçinin hüneri
de burada ortaya çıkar. Bizim bu süreçte ülkesinin çıkarlarını kendi siyasi ve
kişisel çıkarlarının önünde tutan hünerli siyasetçilere ihtiyacımız vardır. Hep
birlikte bu tür siyasilere destek olmalı ve onları yüreklendirmeliyiz. Bugünden
başlamak lazım yarın geç olabilir!
Prof. Dr. Ahmet Özer, Sosyolog
Toros Üniversitesi
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları