Tarih:
06.09.2017
Giderem Van'a doğru
Ahmet Özer: Kadim topraklardayım... İran hududundaki Pirreşit Dağı’nın eteklerinde. Pıtağ Ovasının dağa yaslandığı yamaçta kurulmuş köyde...
Ut’ede Kadim topraklardayım... İran hududundaki Pirreşit Dağı’nın eteklerinde. Pıtağ Ovasının dağa yaslandığı yamaçta kurulmuş köyde... Bu köy benim doğduğum köy.. Şimdi ordayım, Ut'e de. Sonradan Türkçeleştirilmiş ismiyle Beydağı'ında yani.. Benim için üzücü bir haber sonrası geldim... Hem halamın oğlu hem de çocukluk arkadaşım H. Mustafa'yı kaybettik. Onun taziyesi var.. Ne garip, mutluluk paylaştıkça çoğalıyor, acılar ise paylaştıkça azalıyor. Ben de acılı ailenin acısını paylaşmaya gelmişim. Serxaşi, yani başsağlığı için.
Buraya yaptığım yolculuk aynı zamanda çocukluğuma doğru yaptığım bir yolculuk oldu benim için... Hem bir iç yolculuk hem de değişen dünyaya bir dış gözlem. Kendimle, geçmişle esbihaldeyim, gelecekle hesaplaşmada.. Etraf küçülmüş sanki. Ya da ben mi büyümüşüm..? Anılar canlanıyor zihnimde. Birini çekip çıkarınca bir diğeri “ben de burdayım, sakın beni unutma beni de” deyip el uzatmada.. Onlarla konuşuyorum “Nasıl unuturm sizi? Beni ben yapan siz değilmisiniz?” O kadar ço0klar ki, hangi birini seçeceğimi şaşırdım. Ama onlara söz veriyorum, “Sizi hiçbir zaman unutmayacağım” diye. Bu kararı alalı aslında çok olmuş, sadece yerinde yineliyorum, mühkem olsun diye.. Çünkü unutmak ölümek demektir anılar için. Terk etmektir. Aslında öyle yaparsan, farkına varmadan terk ettiğin kendinsin.. Anmak ise yaşatmaktır, can vermektir anılara, yazmak ise ölümsüzleştirmek. Yazarsan anıların ömrü seninkinden uzun olur. Sen ölsen de onlar yaşar..
Zaten hayat dediğin nedir ki? Anlar ve anlardan başka? Geçmiş geçmiş, geri getirmezsin, gelecek ise daha gelmemiş olduğu için hükmün geçmez. Şimdiye isediğin gibi hükmedersin. Lakin akıl şimdiyi sevmez, güvenlik arayışı içindedir, asıl duygular şimdiyi sever. Şimdi olsun ister. O anda akıl karşı durur duygulara, olmaz, şu var, bu var diyerek.. İnsan geçmişle gelecek arasında gerilmiş bir iptir, şimdiye hükmü geçen. Geride bıraktığın ipin kalitesi sana bağlı. Geleceği ise cesaretine. İnsan’i insan yapan geçmişi hatırlamak, gelecekle ilgili hayal kurabilmek değil mi zaten? İnsanın bilinci geçmişe, muhayyilesi geleceğe açılır hep. Ben iksinin kıskacındayım bugün...
Halamın oğlu Mustafa ve köyün imamının oğlu Emoşo ile yılan avlayıp kuş kovaladığımız yıllar daha dün gibi gelip takıldılar aklımın anı oltasına, lakin çook uzaklarda kaldılar onlar.. "Hey keda bè dünyayı" sözleri kulaklarımda.. Köyün tarihçisi Ahmet anlatıyor habire, ben dinlemedeyim.. Sonra dolaşıyoruz köyü.. İşte burası doğruğum yer. Doğduğum ev, taştan ve kerpiçten yapılmıştı, iki katlı, iki odalı, sekili ve avlusu ile çocukluğumun kişilikli sarayı.. Kendine has şahsiyeti ve mimarisi olan ev, bir tarafından yıkılmaya yüz tutmuş... Taşları kayıp gitmiş, komların ve ahırların duvarlarına karışmış.
Deprem sonrası orada burada parlayan ve bir şeye benzemeyen çatılı evler pıtırak gibi açmış şimdi... Onlar taştan azade, betonun soğukluğuna teslim olmuş çoktan. Ben hep hayret etmişimdir modernleşme denen çarpık yabancılaşmaya. Kürtler modern olmayı nedense hep Türklere benzemekte ararlar, Türkler de Batılılara benzemekte aramış durmuş modern olamayı ve modernleşmeyi.. Geçmişten ve gelenekten kopan bir acaip özenti. Bilimi, üretimi bir yana bırakıp, giyimi kuşamı, yemeyi içmeyi, yapıyı yapılaşmayı taklit ederek.. Oysa geçmişi olmayanın geleceği olur mu hiç?
Neyse ben gene sılama doğru kanatlanıyorum, Korsevel Dağına ve Qereçelik Vadisine doğru.. daha oraya varmadan, "bırè", "çevgırdonek", “tuté”, “dara topé” oynadığımız, “tırşo” topladığımız, “rıbıs” ve “mendé” şölenlerine gittiğimiz yeşil çayırlar geçmişten el sallıyorlar bana.. Ben çok uzaktan geliyorum, “nerde kaldın bunca yıldır?” deyip sitemdeler bugün bana. “Ancak gelebildim, afedin beni” diyorum, çocuk Ahmed’in elini tutarak yanlarına varıp. İşte ancak o zaman afediyorlar beni.
Derken gelen giden dağıtıyor muhayilemi.. Ben taziyeyle hemhalım, taziye ise birgün önce bitmiş.. Derken ilk dersi aldığım ilkokulum çarpıyor gözlerime. Taşlardan yapılmış, deprem oynatamamış onu yerinden, bahçesinde ilk dersi kumlar üzerinde gördüğüm o bina göz kırpıyor bana.. “Hatırlarmısın karlı günlerde koltuğunda beni ıstmak için tezek ve geven taşıdığın yılları? Ya baharla birlik bahçede koşuşturduğun ve de yüksek sesle her bayramda kürsüye seni çıkartıp şiir okuttukları yılları?” Nasıl hatırlamam.. Bu gün bile şiire, edebiyata büyük ilgim o günlerden kalma. Bunu sana borçluyum, çok çok teşekkürler.. Ben onu, o beni anlıyor.. Ve bakıyorum bahçede bir sürü çocuk oynaşıyor..
Derken taziye evinin kapısı yeniden açılıyor. Bir çok insan giriyor içeri. Toplanıp gelmişler ilkokuldan arkadaşlarım.. Kimi artık çok yaşlannmış, kimi hala bencileyin.. Çoğu göçmüş batıya ekmek parası için. Kimi “ata baba topraklarını terk”etemem” deyip kalakalmış buralarda hala. Duyan geliyor.. ve geçmişten geleceğe uzanan yolda hep birlikte yürüyoruz şimdi... Gitme vakti.. Sonra İsabeydağı Yaylasını arkamda bırakıp yönümü Tendürek Dağına veriyorum.. Çocukluğumu onlara ve oarada bırakarak.. İkinci dönüm noktam olan kasabaya doğru..
Buraya yaptığım yolculuk aynı zamanda çocukluğuma doğru yaptığım bir yolculuk oldu benim için... Hem bir iç yolculuk hem de değişen dünyaya bir dış gözlem. Kendimle, geçmişle esbihaldeyim, gelecekle hesaplaşmada.. Etraf küçülmüş sanki. Ya da ben mi büyümüşüm..? Anılar canlanıyor zihnimde. Birini çekip çıkarınca bir diğeri “ben de burdayım, sakın beni unutma beni de” deyip el uzatmada.. Onlarla konuşuyorum “Nasıl unuturm sizi? Beni ben yapan siz değilmisiniz?” O kadar ço0klar ki, hangi birini seçeceğimi şaşırdım. Ama onlara söz veriyorum, “Sizi hiçbir zaman unutmayacağım” diye. Bu kararı alalı aslında çok olmuş, sadece yerinde yineliyorum, mühkem olsun diye.. Çünkü unutmak ölümek demektir anılar için. Terk etmektir. Aslında öyle yaparsan, farkına varmadan terk ettiğin kendinsin.. Anmak ise yaşatmaktır, can vermektir anılara, yazmak ise ölümsüzleştirmek. Yazarsan anıların ömrü seninkinden uzun olur. Sen ölsen de onlar yaşar..
Zaten hayat dediğin nedir ki? Anlar ve anlardan başka? Geçmiş geçmiş, geri getirmezsin, gelecek ise daha gelmemiş olduğu için hükmün geçmez. Şimdiye isediğin gibi hükmedersin. Lakin akıl şimdiyi sevmez, güvenlik arayışı içindedir, asıl duygular şimdiyi sever. Şimdi olsun ister. O anda akıl karşı durur duygulara, olmaz, şu var, bu var diyerek.. İnsan geçmişle gelecek arasında gerilmiş bir iptir, şimdiye hükmü geçen. Geride bıraktığın ipin kalitesi sana bağlı. Geleceği ise cesaretine. İnsan’i insan yapan geçmişi hatırlamak, gelecekle ilgili hayal kurabilmek değil mi zaten? İnsanın bilinci geçmişe, muhayyilesi geleceğe açılır hep. Ben iksinin kıskacındayım bugün...
Halamın oğlu Mustafa ve köyün imamının oğlu Emoşo ile yılan avlayıp kuş kovaladığımız yıllar daha dün gibi gelip takıldılar aklımın anı oltasına, lakin çook uzaklarda kaldılar onlar.. "Hey keda bè dünyayı" sözleri kulaklarımda.. Köyün tarihçisi Ahmet anlatıyor habire, ben dinlemedeyim.. Sonra dolaşıyoruz köyü.. İşte burası doğruğum yer. Doğduğum ev, taştan ve kerpiçten yapılmıştı, iki katlı, iki odalı, sekili ve avlusu ile çocukluğumun kişilikli sarayı.. Kendine has şahsiyeti ve mimarisi olan ev, bir tarafından yıkılmaya yüz tutmuş... Taşları kayıp gitmiş, komların ve ahırların duvarlarına karışmış.
Deprem sonrası orada burada parlayan ve bir şeye benzemeyen çatılı evler pıtırak gibi açmış şimdi... Onlar taştan azade, betonun soğukluğuna teslim olmuş çoktan. Ben hep hayret etmişimdir modernleşme denen çarpık yabancılaşmaya. Kürtler modern olmayı nedense hep Türklere benzemekte ararlar, Türkler de Batılılara benzemekte aramış durmuş modern olamayı ve modernleşmeyi.. Geçmişten ve gelenekten kopan bir acaip özenti. Bilimi, üretimi bir yana bırakıp, giyimi kuşamı, yemeyi içmeyi, yapıyı yapılaşmayı taklit ederek.. Oysa geçmişi olmayanın geleceği olur mu hiç?
Neyse ben gene sılama doğru kanatlanıyorum, Korsevel Dağına ve Qereçelik Vadisine doğru.. daha oraya varmadan, "bırè", "çevgırdonek", “tuté”, “dara topé” oynadığımız, “tırşo” topladığımız, “rıbıs” ve “mendé” şölenlerine gittiğimiz yeşil çayırlar geçmişten el sallıyorlar bana.. Ben çok uzaktan geliyorum, “nerde kaldın bunca yıldır?” deyip sitemdeler bugün bana. “Ancak gelebildim, afedin beni” diyorum, çocuk Ahmed’in elini tutarak yanlarına varıp. İşte ancak o zaman afediyorlar beni.
Derken gelen giden dağıtıyor muhayilemi.. Ben taziyeyle hemhalım, taziye ise birgün önce bitmiş.. Derken ilk dersi aldığım ilkokulum çarpıyor gözlerime. Taşlardan yapılmış, deprem oynatamamış onu yerinden, bahçesinde ilk dersi kumlar üzerinde gördüğüm o bina göz kırpıyor bana.. “Hatırlarmısın karlı günlerde koltuğunda beni ıstmak için tezek ve geven taşıdığın yılları? Ya baharla birlik bahçede koşuşturduğun ve de yüksek sesle her bayramda kürsüye seni çıkartıp şiir okuttukları yılları?” Nasıl hatırlamam.. Bu gün bile şiire, edebiyata büyük ilgim o günlerden kalma. Bunu sana borçluyum, çok çok teşekkürler.. Ben onu, o beni anlıyor.. Ve bakıyorum bahçede bir sürü çocuk oynaşıyor..
Derken taziye evinin kapısı yeniden açılıyor. Bir çok insan giriyor içeri. Toplanıp gelmişler ilkokuldan arkadaşlarım.. Kimi artık çok yaşlannmış, kimi hala bencileyin.. Çoğu göçmüş batıya ekmek parası için. Kimi “ata baba topraklarını terk”etemem” deyip kalakalmış buralarda hala. Duyan geliyor.. ve geçmişten geleceğe uzanan yolda hep birlikte yürüyoruz şimdi... Gitme vakti.. Sonra İsabeydağı Yaylasını arkamda bırakıp yönümü Tendürek Dağına veriyorum.. Çocukluğumu onlara ve oarada bırakarak.. İkinci dönüm noktam olan kasabaya doğru..
Bergiri
Muradiye, namı diğer Beygiri, eski ismi ile Kandahar.. İlk gençlik yıllarımın geçtiği ve ortaokulu okuduğum şirin ilçe.. Artık yok yerinde.. Deprem sonrası aşağılara, eskiden bizim tarlalarımızın olduğu yere göçmüş.. “Her göçüş bir yitiştir”, dediği gibi ozanın. Arkada kalan yaşanmışlıklar peşini bırakmaz insanın. Bir yaprak uçar rüzgar da ya da kişneyen bir at görürsün, canlanır durur o anda anıların.. Sılaya dönüş başlar oralara vardığında. Çünkü büyümek aslında sılaya çıkmaktır. Bir uzun gündür ömür. Ve gün akşama döndüğünde kişi sılasına kavuşmak için didinir durur.. Anılar canlınır belleğinde işte o zaman . Muhayyilem yine alıp götürüyor o günlere beni...
İlçeyi boydan boya ikiye bölen taşlarla döşenmiş bir cadde.. Etrafı akasya ağaçları ile doluydu bu tek, mecbüriyet caddesinin.. Cadde, Çaldıran’a doğru uzanırken bir T çiziyor.. “T”nın ucunda yürüken, renkli pervazlı pecereleri örten perdeler titrerdi, ardında bizi izleyen gözleri yavuklularımıza yorup yüreklerimizi kanatlandırırdık. Bir daha bir daha gidip gelirdik, sanki mahpus yüreklerimizi azad etmek istercesine.. Yol sadece ayaklarımız altında değil, yüreklerimizn delhiznde de çatallanıyordu. Çatalın bir ucu top koşturduğumuz Koruk Deresi’ne öbürü piyasa yaptığımız Muhacir Mahlesine, oradan Abağa Ovasına, Beyazit ve Gilidağ'a uzanıp gidiyor.. ve caddenin her iki yanında iki küçük kanalet... Buradan devamlı su akardı.. Akan suyun yarattığı serinliğin eşliğinde, baharda köpüren akasyaların gölgesinde oturup sohbet ederdik, tavşan kanı kınalı berrak çaylarımızı ince belli cam bardaklarda yudumlarken... Daha o günlerde memleketin hali pürmelalini nasıl düzelteceğimize kafa yorardık.. (Ya şimdilerde, şimdiki nesilde neden bu ideal ve duyarlılık yok? İyi bir inceleme konusu doğrusu..) Ve derken günün hercümercini hararetle konuşur, geleceğe dair hayaller kurardık..
Ne ki şimdi hiçbiri yok yerinde.. Ne hayatımın en güzel filmlerini seyrettiğim kagir binadan yapılma sinama, ne bayramlarda heyecanla beklediğimiz takım elbiselerimizin dikildiği Zekiler'in ve Bedreddin'nin terzi dükkanları.. Ne her seferinde iddialı bir biçimde tavla attığımız Licden kaçağa gelmiş bir daha dönmemiş olan Halit Emmi’nin kahvesi ve ne de eski belediye reisi Şevket Efendi’nin kıraathanesi.. Ben burada, zar ustası Aro’yu ve ışıklar içinde yatsın okul arkadaşım, “bidul Heyder’i” yenerdim alkışlar arasında. Sonra ver elini “şandılxazı” yerine getirmeye.. Ve tadı hala damağımda olan, kıymalı yumurtalar, kızartmalar yediğim Osmanın lokantası.. Hiçbiri yok yerinde artık..
İlçeyi boydan boya ikiye bölen taşlarla döşenmiş bir cadde.. Etrafı akasya ağaçları ile doluydu bu tek, mecbüriyet caddesinin.. Cadde, Çaldıran’a doğru uzanırken bir T çiziyor.. “T”nın ucunda yürüken, renkli pervazlı pecereleri örten perdeler titrerdi, ardında bizi izleyen gözleri yavuklularımıza yorup yüreklerimizi kanatlandırırdık. Bir daha bir daha gidip gelirdik, sanki mahpus yüreklerimizi azad etmek istercesine.. Yol sadece ayaklarımız altında değil, yüreklerimizn delhiznde de çatallanıyordu. Çatalın bir ucu top koşturduğumuz Koruk Deresi’ne öbürü piyasa yaptığımız Muhacir Mahlesine, oradan Abağa Ovasına, Beyazit ve Gilidağ'a uzanıp gidiyor.. ve caddenin her iki yanında iki küçük kanalet... Buradan devamlı su akardı.. Akan suyun yarattığı serinliğin eşliğinde, baharda köpüren akasyaların gölgesinde oturup sohbet ederdik, tavşan kanı kınalı berrak çaylarımızı ince belli cam bardaklarda yudumlarken... Daha o günlerde memleketin hali pürmelalini nasıl düzelteceğimize kafa yorardık.. (Ya şimdilerde, şimdiki nesilde neden bu ideal ve duyarlılık yok? İyi bir inceleme konusu doğrusu..) Ve derken günün hercümercini hararetle konuşur, geleceğe dair hayaller kurardık..
Ne ki şimdi hiçbiri yok yerinde.. Ne hayatımın en güzel filmlerini seyrettiğim kagir binadan yapılma sinama, ne bayramlarda heyecanla beklediğimiz takım elbiselerimizin dikildiği Zekiler'in ve Bedreddin'nin terzi dükkanları.. Ne her seferinde iddialı bir biçimde tavla attığımız Licden kaçağa gelmiş bir daha dönmemiş olan Halit Emmi’nin kahvesi ve ne de eski belediye reisi Şevket Efendi’nin kıraathanesi.. Ben burada, zar ustası Aro’yu ve ışıklar içinde yatsın okul arkadaşım, “bidul Heyder’i” yenerdim alkışlar arasında. Sonra ver elini “şandılxazı” yerine getirmeye.. Ve tadı hala damağımda olan, kıymalı yumurtalar, kızartmalar yediğim Osmanın lokantası.. Hiçbiri yok yerinde artık..
O cıvıl cıvıl şehir deprem sonrası şimdi bir hayalet kasabası gibi..
Oysa burası o kadar güzel, o kadar şirindi ki Amerikada iken bile rüyama girerdi.. anlattığımda, arkadaşlar buna anlam veremez, yadaırgardı.. Ama bilmiyorlardı ki ruhumun derinliklerine yapışmış en parlak resimlerin onlar olduğunu.. Galiba insanın en zengin banka hesabı çocukluğu.. ve en temizi.. yarım kalmış bir oyun gibi, şimdi üstünü getirip tamamlamaya çalıştığımız...? Ve çocukluğumun ve gençliğimin arkadaşları..? Onlar da herbiri bir yere savrulmuş şimdi.. bir kaç kişi kalmış kala kala.. Bir dönem ilçeye belediye başkanı da olan kadim arkadaşım İbrahim'i, öğretmenevi müdürlüğü yapan Şahin'i ve şimdi kayyumda olduğu için görev yapamayan meclis üyesi Ekrem'i, dostum Alamancı Hasan'ı ve beni izlemeyi hiç bırakmamış olan İdris’i, eşi dostu, akrabaları gördüm. Tabi her zaman yaptığım gibi esnafı ziyaret etmeyi ihmal etmedim, onlarla sohbet edip bir çaylarını içtim..
Ve şelale.. şelalelsiz olmaz. Çocukluğumun çoşkusu gibi hala çoşuyor sularını saçarak ak aşkların ve serininde dinlenen dostlukların üstüne. Köprüsü ne kadar ince olursa olsun, isterse sırat gibi, yürekler geniştir lakin burada. Herkese yer var, sen de gel kardaşım, bağdaş kur dostluğun sofrasına, der gibi sallanır, kimseyi sırtından düşürmeden yıllarca. Bentlerinde koğort balıklıklar tuttuğumuz Bedimahi çayı akar durur hiç yorulmadan ve yüksünmeden, geçmişten geleceğe balıkllarla birlikte anıları da taşıyarak.
Ve yaşam bir ırmak gibi durmadan akıyor.. bir devir daimle.. geçip giderken bu darı dünyadan, arkada bir iz bırakmaktır, önemli olan, kuyruklu bir yıldız gibi, gerisi buralarda denildiği gibi "fani.." yani yalan..!
Oysa burası o kadar güzel, o kadar şirindi ki Amerikada iken bile rüyama girerdi.. anlattığımda, arkadaşlar buna anlam veremez, yadaırgardı.. Ama bilmiyorlardı ki ruhumun derinliklerine yapışmış en parlak resimlerin onlar olduğunu.. Galiba insanın en zengin banka hesabı çocukluğu.. ve en temizi.. yarım kalmış bir oyun gibi, şimdi üstünü getirip tamamlamaya çalıştığımız...? Ve çocukluğumun ve gençliğimin arkadaşları..? Onlar da herbiri bir yere savrulmuş şimdi.. bir kaç kişi kalmış kala kala.. Bir dönem ilçeye belediye başkanı da olan kadim arkadaşım İbrahim'i, öğretmenevi müdürlüğü yapan Şahin'i ve şimdi kayyumda olduğu için görev yapamayan meclis üyesi Ekrem'i, dostum Alamancı Hasan'ı ve beni izlemeyi hiç bırakmamış olan İdris’i, eşi dostu, akrabaları gördüm. Tabi her zaman yaptığım gibi esnafı ziyaret etmeyi ihmal etmedim, onlarla sohbet edip bir çaylarını içtim..
Ve şelale.. şelalelsiz olmaz. Çocukluğumun çoşkusu gibi hala çoşuyor sularını saçarak ak aşkların ve serininde dinlenen dostlukların üstüne. Köprüsü ne kadar ince olursa olsun, isterse sırat gibi, yürekler geniştir lakin burada. Herkese yer var, sen de gel kardaşım, bağdaş kur dostluğun sofrasına, der gibi sallanır, kimseyi sırtından düşürmeden yıllarca. Bentlerinde koğort balıklıklar tuttuğumuz Bedimahi çayı akar durur hiç yorulmadan ve yüksünmeden, geçmişten geleceğe balıkllarla birlikte anıları da taşıyarak.
Ve yaşam bir ırmak gibi durmadan akıyor.. bir devir daimle.. geçip giderken bu darı dünyadan, arkada bir iz bırakmaktır, önemli olan, kuyruklu bir yıldız gibi, gerisi buralarda denildiği gibi "fani.." yani yalan..!
-II-
Ve Van..
Ut, Beygiri derken şimdi Van’dayım.. Nasıl anlatsam bilmem ki. "Dünyada Van, Ahirette iman" diyerek mi? Yetmez bence.. Çünkü yukarıda Artos, beride Sipan itirazda.. Eteklerinde gelincik tarlaları, gül ve sosunlar da öyle ve Behra Wan'è çalkalanarak köpürür durur bunu duyanda.. Göz kıpmakta kıyılarında yün yıkıyan Westanlı kızlara.. Siz de kızlar, siz de bir şey söyleyin bu gezgine demedeler.. Kızlar, kesk ü sor giyinmiş bu gün.. Bu kadarla olmaz diyorlar.. Bir dal kırılıyor Şamran syunun kenarında, içimin güvercinleri kanatlanıyor.. Ruhun gökkuşağı denizle dağlar arasında asılı öylece.. Göl turkuazdan maviye dönüyor. Gölün (ben göl dedimse de siz deniz anlayın) sol yanında Artos’la Zagros’lar sırt sırta vermiş, güneşin battığı yerde Sipan Nemrud’a karşı tetikte. Pirreşit güneşin doğduğu yerden onları gözetlemekte.. Bu dağ Mengene Dağı’dır tan yeri atanda Van’da.. Bir yanım uzanır, Kafkas ufkudur, bir yanım seccade acem mülküdür. Bu coğrafya kadim dağlar coğrafyası..
Ve dağlar, yamaçlarında rüzgar gibi esen yağız ve ak atlar, sırtlarında sol dudaklarında bir özgürlük gibi ıslıkları yiğit delikanlılar.. Kara kaşlı kaytan bıyıklılar hepsi.. Onlar bilirler ki bu dağlar bahtsız değiller cendermeler gibi, Ahmed Arif'in dediği gibi, Utandırmazlar evelallah adamı..
Bizim burda dağlar denize aşıktırlar.. Van denizine.. Eğilip öpmek isterler, öpemezler.. Dağlar eğilmez çünkü. Bağırlarında erittikleri ak sevdayı akıtırlar bin gözlü çeşmeler gibi.. Orada buluşur, halvet olurlar, baharın al yeşilinde, Newrozlarda..
Tam bu sırada Memo bir ok gibi dalar mavi berrak sulara, adaya doğru kulaç atmada, kendini Tamara bekler çünkü orada.. Ama her zaman ceberrut ve dinler arası aşka izin vermeyen biri vardır orda burda. Burda da bir papaz vardır, barışçıl aşkın kapısında.. Cizir-a Botan’da Memo ile Zin’in kapısında duran Beko’yé Eban gibi, ayırır onları.. Ama bu topraklar ne Sultan Murat takmış ne Rom-a reşi.. Anadoluyum, Behra Vanıyım ben çünkü.. Dilan var, Kızlar çergobezde, Muradiye şelalesi gibi çoşuyorlar bugün.. Lakin gün batmakta, kızıllık Nemrut ile Suphan arasında karanlığa direniyor.
Tam bu sırada Siyabend yarda Xecè' yi bekler hala., "Xeca şenge/Kesuké mın evitiye nevtengé/ Eze heviya te bısekınım heta kengé" der durur zari zari. (Ey Şeng sülalesinin güzel Xece’si, bir kara çalı delip bağrımdan çıkmış sırtımı, ne zamana kadar böyle beklerim seni, gel de kurtar beni,) demektedir. Xece, dardaki, bu yürek burkan sese, acılı acılı cevap verir, “Siyabend, Siyabendé Silivi, Xuye tir kevana zivi, mın ne gote te neçe şeré quvi, ev malmilart wé me bıhıle sévi” (Ey Silivli Siyabend, oku yayı gümüşten savaşçı, demedim mi sana ben, gitme bu kavgaya, bu gün yetim bırakıp bizi.) Ama ne çare, Siyabend yarın ta dibinde çalıya saplanmış, akar durur kanı; Xece uçurumun başında, babasının ordusu peşisıra arkasında.. Siyaben çaresiz son nefesinde “Git Xecé, özgürsün, evlen mutlu ol” demekte, son nefesini verirken. Xece, sevgiline içerlemekte bu söz üzre “Xece giderse sen uşursun kışın” diyerek; canının cananı Siyabend kışın üşümesin diye kendini yardan bırakmakta.. Bu günün kızllığı böylece karanlığa teslim olmakta.
Elbet gün gelir, devran döner Siyabendler Xecèlere, Memo Tamara'ya kavuşur bir gün. Bir gün mutlaka...Siz hiç sabahı olmayan gece gördünüz mü dostlar..? İşte geldik gidiyoruz gene..
Van hava alınında Xece ve Siyabende, Mehmet Uzun’un anısına bir el sallıyoruz. Bilenler bilir bunu. Ve Tamara’nın kıyıda bıkmadan usanmadan birgün gölden çıkıp gelir diye Memoyu bekleyişini selamlar dostlar.. Ve uçağa binme saati.. Şimdi size bu anlatıklarımı bir de asumanlardan selamlıyım bari.. Teyyarenin tekerleri yerden güçlükle koparken ben de bu kadim topraklardan güçlükle ayrılıyorum, şimdi günişin doğrduğu yerden battığı yere doğru.
Şimdi de sanadır söyleyecceklereim Van’a gidecek olan dostum;
Van'a gidince Van denizine nazır Kaleyi gezecek, Muradiyede Şelaleyi göreceksin. Sanma ki geldiğin gibi gideceksin.. senden evvelkiler de öyle dediler ama akllarıının bir parçasını Van’da bırakıp gittiler.. Lakin vakit varken, dönmeden, Edremit’de ayran aşı ile balık yiyip Ahdamara Adası’nda Memo’yu an. Tekneyle kıyıya dönerken Sipan’da Siyabend ile Xece'ye mutlaka el salla.. Tek gözlü kediyi sevip, görkemli bir semaverde “Çoban Kapısı Efsanesi” eşliğinde Şahbağı’nda bir demli çay iç. Bu senin seyahatinin rutini olacak..Bunların hepsi tamam... Ama yetmez..
Mutlaka "Bak Hele Bak" kahvaltı salonuna uğrayıp Yusuf ile tanışmalısın..Yusuf ki, kendine has tarzı ile yaptığı stand-upla adeta tek başına ilin tanıtım dinamosu gibi... Biz sevgili yeğenim Mehmet'in davetlisi olarak Mersin’e uçmadan önce Bak Hele Bak'a uğradık tabi.. Kapıda el çırparak karşıladı bizi nevi şahsına munhasır Yusuf; “Vaay hocam gelmişşş...” diyerekten, a’llar ve ş’eleri acayip biçimde, kuyrukları yere değinceye dek uzataraktan... Bunu deyip ortalığı inletince, bir çok bakış üstümüze dönüverdi aniden. Selamlayıp geçip gittik tabi şark üsülü döşenen oturaklara.. Yusuf başladı sorularını sıralamaya.. Sorunun cevabını Sen bilirsin, ama hediyeyi başkası kapar.. Yusuf, kendine has şivesiyle "Burası Tırkiye, kim kazanır kim yiye" diyerek ironiyi harlar.. Sonra mı, sonra "Ağzınızı bal, paranızı Van yesin" diye ekler. Bu böyle devam edip gider.. Ve işin kahvaltı kısmı gelip çatar.. gıncırok, mırtoğa, otlu peynir, Van’ın meşhur kaymakla balı sofrayı süsler.. Belki de kahvaltı bahane, hediyeler ve sözler şahane...
Ne yalan söyleyim, ne biz "bak hele baka" doyduk ne de Yusuf bize.. Epeydir sözüm vardı gidememiştim ya.. Bir dahaki sefere, kendisinin yaptığı, tadı damak çatlatan Van Tavası ile bir zamanlar anamın çok güzel yaptığı Keledoş'un sözünü aldı bizden. “Kııymetllliiii xocaam bir dahaki sefere gel sırf bu yüzden..” diyerek uğurladı bizi. Bir daha ne zaman döneriz bilmem ama kahvaltının tadı damağımızda, Yusuf’un sözleri kulağımızda ve keledoş sözü hafızamızda dönüyoruz şimdi.
Ve dağlar, yamaçlarında rüzgar gibi esen yağız ve ak atlar, sırtlarında sol dudaklarında bir özgürlük gibi ıslıkları yiğit delikanlılar.. Kara kaşlı kaytan bıyıklılar hepsi.. Onlar bilirler ki bu dağlar bahtsız değiller cendermeler gibi, Ahmed Arif'in dediği gibi, Utandırmazlar evelallah adamı..
Bizim burda dağlar denize aşıktırlar.. Van denizine.. Eğilip öpmek isterler, öpemezler.. Dağlar eğilmez çünkü. Bağırlarında erittikleri ak sevdayı akıtırlar bin gözlü çeşmeler gibi.. Orada buluşur, halvet olurlar, baharın al yeşilinde, Newrozlarda..
Tam bu sırada Memo bir ok gibi dalar mavi berrak sulara, adaya doğru kulaç atmada, kendini Tamara bekler çünkü orada.. Ama her zaman ceberrut ve dinler arası aşka izin vermeyen biri vardır orda burda. Burda da bir papaz vardır, barışçıl aşkın kapısında.. Cizir-a Botan’da Memo ile Zin’in kapısında duran Beko’yé Eban gibi, ayırır onları.. Ama bu topraklar ne Sultan Murat takmış ne Rom-a reşi.. Anadoluyum, Behra Vanıyım ben çünkü.. Dilan var, Kızlar çergobezde, Muradiye şelalesi gibi çoşuyorlar bugün.. Lakin gün batmakta, kızıllık Nemrut ile Suphan arasında karanlığa direniyor.
Tam bu sırada Siyabend yarda Xecè' yi bekler hala., "Xeca şenge/Kesuké mın evitiye nevtengé/ Eze heviya te bısekınım heta kengé" der durur zari zari. (Ey Şeng sülalesinin güzel Xece’si, bir kara çalı delip bağrımdan çıkmış sırtımı, ne zamana kadar böyle beklerim seni, gel de kurtar beni,) demektedir. Xece, dardaki, bu yürek burkan sese, acılı acılı cevap verir, “Siyabend, Siyabendé Silivi, Xuye tir kevana zivi, mın ne gote te neçe şeré quvi, ev malmilart wé me bıhıle sévi” (Ey Silivli Siyabend, oku yayı gümüşten savaşçı, demedim mi sana ben, gitme bu kavgaya, bu gün yetim bırakıp bizi.) Ama ne çare, Siyabend yarın ta dibinde çalıya saplanmış, akar durur kanı; Xece uçurumun başında, babasının ordusu peşisıra arkasında.. Siyaben çaresiz son nefesinde “Git Xecé, özgürsün, evlen mutlu ol” demekte, son nefesini verirken. Xece, sevgiline içerlemekte bu söz üzre “Xece giderse sen uşursun kışın” diyerek; canının cananı Siyabend kışın üşümesin diye kendini yardan bırakmakta.. Bu günün kızllığı böylece karanlığa teslim olmakta.
Elbet gün gelir, devran döner Siyabendler Xecèlere, Memo Tamara'ya kavuşur bir gün. Bir gün mutlaka...Siz hiç sabahı olmayan gece gördünüz mü dostlar..? İşte geldik gidiyoruz gene..
Van hava alınında Xece ve Siyabende, Mehmet Uzun’un anısına bir el sallıyoruz. Bilenler bilir bunu. Ve Tamara’nın kıyıda bıkmadan usanmadan birgün gölden çıkıp gelir diye Memoyu bekleyişini selamlar dostlar.. Ve uçağa binme saati.. Şimdi size bu anlatıklarımı bir de asumanlardan selamlıyım bari.. Teyyarenin tekerleri yerden güçlükle koparken ben de bu kadim topraklardan güçlükle ayrılıyorum, şimdi günişin doğrduğu yerden battığı yere doğru.
Şimdi de sanadır söyleyecceklereim Van’a gidecek olan dostum;
Van'a gidince Van denizine nazır Kaleyi gezecek, Muradiyede Şelaleyi göreceksin. Sanma ki geldiğin gibi gideceksin.. senden evvelkiler de öyle dediler ama akllarıının bir parçasını Van’da bırakıp gittiler.. Lakin vakit varken, dönmeden, Edremit’de ayran aşı ile balık yiyip Ahdamara Adası’nda Memo’yu an. Tekneyle kıyıya dönerken Sipan’da Siyabend ile Xece'ye mutlaka el salla.. Tek gözlü kediyi sevip, görkemli bir semaverde “Çoban Kapısı Efsanesi” eşliğinde Şahbağı’nda bir demli çay iç. Bu senin seyahatinin rutini olacak..Bunların hepsi tamam... Ama yetmez..
Mutlaka "Bak Hele Bak" kahvaltı salonuna uğrayıp Yusuf ile tanışmalısın..Yusuf ki, kendine has tarzı ile yaptığı stand-upla adeta tek başına ilin tanıtım dinamosu gibi... Biz sevgili yeğenim Mehmet'in davetlisi olarak Mersin’e uçmadan önce Bak Hele Bak'a uğradık tabi.. Kapıda el çırparak karşıladı bizi nevi şahsına munhasır Yusuf; “Vaay hocam gelmişşş...” diyerekten, a’llar ve ş’eleri acayip biçimde, kuyrukları yere değinceye dek uzataraktan... Bunu deyip ortalığı inletince, bir çok bakış üstümüze dönüverdi aniden. Selamlayıp geçip gittik tabi şark üsülü döşenen oturaklara.. Yusuf başladı sorularını sıralamaya.. Sorunun cevabını Sen bilirsin, ama hediyeyi başkası kapar.. Yusuf, kendine has şivesiyle "Burası Tırkiye, kim kazanır kim yiye" diyerek ironiyi harlar.. Sonra mı, sonra "Ağzınızı bal, paranızı Van yesin" diye ekler. Bu böyle devam edip gider.. Ve işin kahvaltı kısmı gelip çatar.. gıncırok, mırtoğa, otlu peynir, Van’ın meşhur kaymakla balı sofrayı süsler.. Belki de kahvaltı bahane, hediyeler ve sözler şahane...
Ne yalan söyleyim, ne biz "bak hele baka" doyduk ne de Yusuf bize.. Epeydir sözüm vardı gidememiştim ya.. Bir dahaki sefere, kendisinin yaptığı, tadı damak çatlatan Van Tavası ile bir zamanlar anamın çok güzel yaptığı Keledoş'un sözünü aldı bizden. “Kııymetllliiii xocaam bir dahaki sefere gel sırf bu yüzden..” diyerek uğurladı bizi. Bir daha ne zaman döneriz bilmem ama kahvaltının tadı damağımızda, Yusuf’un sözleri kulağımızda ve keledoş sözü hafızamızda dönüyoruz şimdi.
Prof. Dr. Ahmet Özer | |
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI