loading
close
SON DAKİKALAR

İktidarın Aşması Gereken Handikapları

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 12.03.2012

Prof. Dr. Ahmet Özer yazısında; "Oysa gerçek bir demokrasi iktidarı değil gerçekten muhalefeti olan demokrasidir."

AKP 201 yılında kurulduktan bir yıl sonra hiçbir siyasi partiye nasip olmayacak şekilde iktidara geldi. Oyunu sürekli artıran biçimde üst üste üç genel seçimleri kazandı, iki yerel seçim ve iki referandumu da buna ekleyerek hiç seçim kaybetmeyen parti unvanını aldı. AKP’yi kuran ve yöneten kadro İslami bir gelenekten geldiği için başlangıçta şüpheyle bakılan durumlarını üç önemli alanda değiştiklerini ilan ederek gidermeye ve Özal sonrası meydana gelen boşluğu doldurmaya çalıştılar.

1)Erbakan’ın talebeleri olarak “adil düzen” söylemini terk edip “serbest piyasa” ekonomisinin hararetli savunucuları oldular.

2)Toplumun önemli bir kesiminden kabul görmeyen “milli görüş” gömleğini çıkarıp yerine “demokrasi gömleğini” giydiklerini söylediler.

3)Avrupa Birliğine Hıristiyan Kulübü demekten vazgeçip, tam tersine katılmak için büyük bir çaba içine girdiler. Bütün bu söylem ve eylemlere rağmen gene de içerde tartışmalı olan iktidarlarını ekonomide Dervişin modelini uygulayarak sürdürdüler ve bazı yasal değişikliklerle demokrasiyi güçlendirmeye çalıştılar. AKP üst yönetiminin AB ve ABD ile bu yıllarda kurduğu ilişkiler, hem içerdeki iktidarlarını pekiştirmeye yardımcı oldu hem de Türkiyenin küresel(leşmeci) dünya ile entegre olmasını sağladı. Uzun yıllar ekonomik bir kriz yaşanmadı, siyasal istikrar zaman zaman dalgalansa da devam etti. Vesayet sistemi sivilleşme yönünde kısmaen zorlandı; Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu gibi kangrenleşmiş sorunların adı konularak “açılım politikalarıyla” çözülecekleri vaadedildi.

Fakat bütün bunlarla birlikte iktidar partisi kendi içinde birçok zaaf taşıyor. Kimi konularda (Ör. Kürt meselesinde) derin korkularla hareket ediyor, bazen de tam tersine gereğinden fazla özgüven gösterisiyle öfkeli ve kibirli davranıyorlar. En büyük tutarsızlıkları ise sorunları teşhis ettikten sonra çözme yönünde aynı iradeyi göstermemeleridir. Toplumu oyalayıp birçok sorunun çözümünü sürüncemede bırakmaları sorunların gelecekte çözülmünü daha da zorlaştıracaktır.

Bir ülkenin temeli adalettir ve eğer o ülkede yaşayan insanların adalet duyguları zedelenirse siyasal iktidar meşruiyet zeminini kaybeder, o zaman da bu meşruiyeti zor ve şiddet tekelini kullanarak sağlamaya çalışır. Zor kullandıkça meşruiyet azalır, meşruiyet azaldıkça daha büyük zora ihtiyaç duyar. İktidar partisinin 12 Eylül referandumunda kullandığı “hukukun üstünlüğünü” şiarının aksine,  güçlülere ve kendinden yana olanlara dokunmaması toplumun adalet duygusunu ziyadesiyle zedeliyor.  Sözgelimi, birçok subayı darbeci ve Ergenekoncu olarak içeriye atarken 17 Nisan Muhtırasını veren, bildirisini yazan eski Genel Kurmay başkanına ne hikmetse dokunmuyor, dahası altına, bir trilyonluk zırhlı arac çekiyor. Deniz Feneri davasında adeta, “benim hırsızım iyidir” yaklaşımıyla davranılarak davanın yargıçları bir gece ansızın değiştirildi. Bu da halkta “adaletin bir örümcek ağı gibi olduğu, büyük seneklerin delip geçtiği ama küçüklerin takılıp kaldığı” sözünü hatırlattı. Ayrıca siyasi partiler yasasını, seçim yasasını değiştirebilecek gücü olduğu halde değiştirmedi; temsilde adaleti zedeleyen %10 barajını indirmedi; milletvekili dokunmazlığını kaldırmadı, adalet duygularını zedeleyen tutukluluk sürelerini düzeltmedi vb.

İktidarın ikinci büyük handikabı ise askeri vesayetin aşılması konusunda gösterdiği cesareti diğer bazı temel meselelerde göstermemesidir. Örneğin Kürt meselesi konusunda kapıldığı korku neticesinde yanlış sulara yelken açtı. “Korkuyla kalkan ulusalcılıkla oturur” sözünü doğrularcasına “İslam-Türk” sentezini milliyetçi, mukaddesatçı ve yer yer ulusalcı bir çizgide ihya etmeye çalışıyor. “Kürt sorunu benim sorunumdur, bunu demokrasi ile çözeceğim” dedikten bir müddet sonra bazı telkin ve yönlendirmeler sonucu korkuya kapılarak birdenbire “Kürt sorunu yok”, “Ben olsaydım Öcalan’ı asardım” demeye başladı. Demokrasi havarisi iken, demokratik yollardan umudunu kesip teklik vurgusuyla milliyetçi, monist bir söyleme sığınmanın kimseye bir yarar sağlamayacağını düşünüyorum. Ulus devletlerin teklik şiariyle başvurdukları baskıcı ve homojenleştirici tutumun büyük acılara mal olduğunu tarihten biliyoruz. O halde ulus devletin aşıldığı bir çağda onun argümanları ve korkularıyla hareket etme yanlışına düşmenin kimseye yarar getirmeyeceği aşikar değil midir? Yapılacak olan bundan vazgeçmek devletin yaratıcı aklını harekete geçirerek sorunlara hukuk ve demokrasi içinde çözüm bulmaktır. Bunu şunun için söylüyorum bu gün bir toplumsal kutuplaşma bir iç çatışma potansiyeli taşıyor. O halde sorunların adını koyup çözmeyen iktidarın bundan vazgeçmesi gerekir.             

İktidarın son zamanlardaki en önemli handikaplarından biri de merkezileşme ve demokratikleşme söyleminde demokratikleşmenin yanında olduğunu söylerken pratikte merkezileşme yönünde adımlar atmasıdır. Üçüncü kez büyük çoğunlukla iktidar olan AKP devlete %80 hakim olduğu halde hale Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) merkezi gücünü pekiştirmeye, parlamentonun onayına ihtiyaç duymadan çıkardığı günlük yasalarla yönetmeye çalışıyor. Askeri ve hukuk alanında, YÖK ve benzeri kurumlarda gerilettiği vesayetin yerine kendisi yerleşiyor.

Dış politikada “sıfır problem” diyen hükümet, şimdi kavgalı olmadığı komşu yok. Ayrıca bazılarının başbakana verdikleri gazla Türkiye kendisine liderlik etmek için yetmiyormuş gibi Arapların liderliğine soyunmuş görünüyor. Kendi ülkesinin içindeki sorunları çözmeden dışarıdaki sorunlar için Türkiye’yi sıkıntıya sokan hamleler yapılması ne kadar rasyonel?. BDP ile görüşmezken Haması davet ediyor; Kürt meselesini çözmezken Gazze’den sürekli söz ediyor. Türkiye’nin on milyon civarında insanı açlık sınırındayken Somali için içi parçalandığından bahsediyor. Daha da önemlisi İrsalle bir yandan didişirken, öbür taraftan İsrail’i İran füzelerine karşı koruyacak “Füze Kalkanı Projesinin” radar sisteminin Türkiye’de kurulmasına izin veriyor. Şimdi sormazlar mı bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?

Son olarak hükümet kalkınma-çevre ikileminde çevreyi gözden çıkaran bir tutum izlemesi de gözden kaçmıyor. Tarih ve kültür varlıklarını bir daha geri gelmeyecek nadide yerler, Hasankeyf örneğinde olduğu gibi sular altında bırakılarak katlediliyor, doğal güzelliklerle dolu vadilerimiz ve akarsularımız özel sektöre peşkeş çekilerek adeta katlediliyor, siyanürle altın aramaya izin veriliyor, ormanlık alanlarda yapılaşmaya izin veren yasalar çıkarılıyor, kentsel dönüşüm (rant) projeleri halka sorulmadan uygulanmak isteniyor vb. Mersin Akkuyuda çevreyi tehdit eden Nükleer santral bütün itirazlara rağmen yapılacak deniyor. Oysa biliyoruz ki çevreyi esas almayan bir kalkınma her tarafı dökülen, insanoğluna uzun vadede yarardan çok zarar veren bir kalkınmadan öteye gidemez. Aç gözlülük tarihte de insanlığı büyük felaketlere sürüklemiş, açlığa, kıtlığa ve yokluğa mahkum etmiştir. Ama tarihsel deneyim ve bugünün bilgisi artık buna cevaz vermemelidir.

Sonuç olarak bugün askeri vesayet gerilemiş olsa bile bu vesayetin ikame edilmesi egemen, hegemonik bir parti konumuna yükselmiş olan AKP ve onun iktidarına cazip gelmiş gibi görünüyor. Muhalefetin yetirince güçlü olmaması, merkezileşme-yerelleşme ikileminde iktidarın elini daha da güçlendiriyor.

Yeterince güçlü olmayan STÖ’lar da iktidar üzerinde yeterince bir baskı gücü olamıyor. Böyle olunca da demokratik muhalefet eksikliği gün yüzüne çıkıyor ve bu da her konuda iktidarın istediği gibi hareket etmesi için elini güçlendiriyor.

Oysa gerçek bir demokrasi iktidarı değil gerçekten muhalefeti olan demokrasidir.

Prof. Dr. Ahmet Özer - Sosyolog

Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları