İktidarın Aşması Gereken Handikapları
Prof. Dr. Ahmet Özer yazısında; "Oysa gerçek bir demokrasi iktidarı değil gerçekten muhalefeti olan demokrasidir."
AKP 201 yılında kurulduktan bir yıl sonra hiçbir siyasi partiye nasip olmayacak şekilde iktidara geldi. Oyunu sürekli artıran biçimde üst üste üç genel seçimleri kazandı, iki yerel seçim ve iki referandumu da buna ekleyerek hiç seçim kaybetmeyen parti unvanını aldı. AKP’yi kuran ve yöneten kadro İslami bir gelenekten geldiği için başlangıçta şüpheyle bakılan durumlarını üç önemli alanda değiştiklerini ilan ederek gidermeye ve Özal sonrası meydana gelen boşluğu doldurmaya çalıştılar.
1)Erbakan’ın
talebeleri olarak “adil düzen” söylemini terk edip “serbest piyasa”
ekonomisinin hararetli savunucuları oldular.
2)Toplumun
önemli bir kesiminden kabul görmeyen “milli görüş” gömleğini çıkarıp yerine
“demokrasi gömleğini” giydiklerini söylediler.
3)Avrupa
Birliğine Hıristiyan Kulübü demekten vazgeçip, tam tersine katılmak için büyük
bir çaba içine girdiler. Bütün bu söylem ve eylemlere rağmen gene de içerde
tartışmalı olan iktidarlarını ekonomide Dervişin modelini uygulayarak
sürdürdüler ve bazı yasal değişikliklerle demokrasiyi güçlendirmeye çalıştılar.
AKP üst yönetiminin AB ve ABD ile bu yıllarda kurduğu ilişkiler, hem içerdeki
iktidarlarını pekiştirmeye yardımcı oldu hem de Türkiyenin küresel(leşmeci)
dünya ile entegre olmasını sağladı. Uzun yıllar ekonomik bir kriz yaşanmadı, siyasal
istikrar zaman zaman dalgalansa da devam etti. Vesayet sistemi sivilleşme
yönünde kısmaen zorlandı; Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs
sorunu gibi kangrenleşmiş sorunların adı konularak “açılım politikalarıyla”
çözülecekleri vaadedildi.
Fakat bütün
bunlarla birlikte iktidar partisi kendi içinde birçok zaaf taşıyor. Kimi
konularda (Ör. Kürt meselesinde) derin korkularla hareket ediyor, bazen de tam
tersine gereğinden fazla özgüven gösterisiyle öfkeli ve kibirli davranıyorlar. En
büyük tutarsızlıkları ise sorunları teşhis ettikten sonra çözme yönünde aynı
iradeyi göstermemeleridir. Toplumu oyalayıp birçok sorunun çözümünü sürüncemede
bırakmaları sorunların gelecekte çözülmünü daha da zorlaştıracaktır.
Bir ülkenin
temeli adalettir ve eğer o ülkede yaşayan insanların adalet duyguları
zedelenirse siyasal iktidar meşruiyet zeminini kaybeder, o zaman da bu
meşruiyeti zor ve şiddet tekelini kullanarak sağlamaya çalışır. Zor kullandıkça
meşruiyet azalır, meşruiyet azaldıkça daha büyük zora ihtiyaç duyar. İktidar
partisinin 12 Eylül referandumunda kullandığı “hukukun üstünlüğünü” şiarının
aksine, güçlülere ve kendinden yana
olanlara dokunmaması toplumun adalet duygusunu ziyadesiyle zedeliyor. Sözgelimi, birçok subayı darbeci ve
Ergenekoncu olarak içeriye atarken 17 Nisan Muhtırasını veren, bildirisini yazan
eski Genel Kurmay başkanına ne hikmetse dokunmuyor, dahası altına, bir
trilyonluk zırhlı arac çekiyor. Deniz Feneri davasında adeta, “benim hırsızım
iyidir” yaklaşımıyla davranılarak davanın yargıçları bir gece ansızın
değiştirildi. Bu da halkta “adaletin bir örümcek ağı gibi olduğu, büyük
seneklerin delip geçtiği ama küçüklerin takılıp kaldığı” sözünü hatırlattı. Ayrıca
siyasi partiler yasasını, seçim yasasını değiştirebilecek gücü olduğu halde
değiştirmedi; temsilde adaleti zedeleyen %10 barajını indirmedi; milletvekili dokunmazlığını
kaldırmadı, adalet duygularını zedeleyen tutukluluk sürelerini düzeltmedi vb.
İktidarın
ikinci büyük handikabı ise askeri vesayetin aşılması konusunda gösterdiği
cesareti diğer bazı temel meselelerde göstermemesidir. Örneğin Kürt meselesi
konusunda kapıldığı korku neticesinde yanlış sulara yelken açtı. “Korkuyla
kalkan ulusalcılıkla oturur” sözünü doğrularcasına “İslam-Türk” sentezini
milliyetçi, mukaddesatçı ve yer yer ulusalcı bir çizgide ihya etmeye çalışıyor.
“Kürt sorunu benim sorunumdur, bunu demokrasi ile çözeceğim” dedikten bir
müddet sonra bazı telkin ve yönlendirmeler sonucu korkuya kapılarak birdenbire
“Kürt sorunu yok”, “Ben olsaydım Öcalan’ı asardım” demeye başladı. Demokrasi
havarisi iken, demokratik yollardan umudunu kesip teklik vurgusuyla milliyetçi,
monist bir söyleme sığınmanın kimseye bir yarar sağlamayacağını düşünüyorum. Ulus
devletlerin teklik şiariyle başvurdukları baskıcı ve homojenleştirici tutumun büyük
acılara mal olduğunu tarihten biliyoruz. O halde ulus devletin aşıldığı bir
çağda onun argümanları ve korkularıyla hareket etme yanlışına düşmenin kimseye
yarar getirmeyeceği aşikar değil midir? Yapılacak olan bundan vazgeçmek
devletin yaratıcı aklını harekete geçirerek sorunlara hukuk ve demokrasi içinde
çözüm bulmaktır. Bunu şunun için söylüyorum bu gün bir toplumsal kutuplaşma bir
iç çatışma potansiyeli taşıyor. O halde sorunların adını koyup çözmeyen
iktidarın bundan vazgeçmesi gerekir.
İktidarın son
zamanlardaki en önemli handikaplarından biri de merkezileşme ve demokratikleşme söyleminde demokratikleşmenin
yanında olduğunu söylerken pratikte merkezileşme yönünde adımlar atmasıdır.
Üçüncü kez büyük çoğunlukla iktidar olan AKP devlete %80 hakim olduğu halde
hale Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) merkezi gücünü pekiştirmeye, parlamentonun
onayına ihtiyaç duymadan çıkardığı günlük yasalarla yönetmeye çalışıyor. Askeri
ve hukuk alanında, YÖK ve benzeri kurumlarda gerilettiği vesayetin yerine
kendisi yerleşiyor.
Dış
politikada “sıfır problem” diyen hükümet, şimdi kavgalı olmadığı komşu yok. Ayrıca
bazılarının başbakana verdikleri gazla Türkiye kendisine liderlik etmek için
yetmiyormuş gibi Arapların liderliğine soyunmuş görünüyor. Kendi ülkesinin
içindeki sorunları çözmeden dışarıdaki sorunlar için Türkiye’yi sıkıntıya sokan
hamleler yapılması ne kadar rasyonel?. BDP ile görüşmezken Haması davet ediyor;
Kürt meselesini çözmezken Gazze’den sürekli söz ediyor. Türkiye’nin on milyon
civarında insanı açlık sınırındayken Somali için içi parçalandığından bahsediyor.
Daha da önemlisi İrsalle bir yandan didişirken, öbür taraftan İsrail’i İran
füzelerine karşı koruyacak “Füze Kalkanı Projesinin” radar sisteminin
Türkiye’de kurulmasına izin veriyor. Şimdi sormazlar mı bu ne perhiz bu ne
lahana turşusu?
Son olarak
hükümet kalkınma-çevre ikileminde çevreyi gözden çıkaran bir tutum izlemesi de
gözden kaçmıyor. Tarih ve kültür varlıklarını bir daha geri gelmeyecek nadide
yerler, Hasankeyf örneğinde olduğu gibi sular altında bırakılarak katlediliyor,
doğal güzelliklerle dolu vadilerimiz ve akarsularımız özel sektöre peşkeş
çekilerek adeta katlediliyor, siyanürle altın aramaya izin veriliyor, ormanlık
alanlarda yapılaşmaya izin veren yasalar çıkarılıyor, kentsel dönüşüm (rant)
projeleri halka sorulmadan uygulanmak isteniyor vb. Mersin Akkuyuda çevreyi
tehdit eden Nükleer santral bütün itirazlara rağmen yapılacak deniyor. Oysa
biliyoruz ki çevreyi esas almayan bir kalkınma her tarafı dökülen, insanoğluna uzun
vadede yarardan çok zarar veren bir kalkınmadan öteye gidemez. Aç gözlülük tarihte
de insanlığı büyük felaketlere sürüklemiş, açlığa, kıtlığa ve yokluğa mahkum
etmiştir. Ama tarihsel deneyim ve bugünün bilgisi artık buna cevaz
vermemelidir.
Sonuç olarak bugün askeri vesayet gerilemiş olsa bile bu vesayetin ikame edilmesi egemen, hegemonik bir parti konumuna yükselmiş olan AKP ve onun iktidarına cazip gelmiş gibi görünüyor. Muhalefetin yetirince güçlü olmaması, merkezileşme-yerelleşme ikileminde iktidarın elini daha da güçlendiriyor.
Yeterince güçlü olmayan STÖ’lar da iktidar üzerinde yeterince bir baskı gücü olamıyor. Böyle olunca da demokratik muhalefet eksikliği gün yüzüne çıkıyor ve bu da her konuda iktidarın istediği gibi hareket etmesi için elini güçlendiriyor.
Oysa gerçek bir demokrasi iktidarı değil gerçekten muhalefeti
olan demokrasidir.
Prof. Dr. Ahmet Özer - Sosyolog
Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları