İnsanoğlunun destansı yürüyüşü - 2
Prof. Dr. Ahmet Özer; Doğal durumdaki doğal insanın programlandığı durum ile bugünkü insanın yaşamı bambaşkadır. Oysa insan aslında biyolojisi ve fizyolojisi ile aynı insandır. Peki ne değişti ve bu gün ne yapmalı?
İNSANOĞLUNUN DESTANSI YÜRÜYÜŞÜ-2-
İnsanın yüzyıllar önceki doğal durumu ile teknolojinin değiştirip dönüştürdüğü, tembelleştirdiği, türlü hastalıklara maruz buraktığı ve muzdarip kıldığı insan arasında dünya kadar fark var.
Çünkü doğal durumdaki doğal insanın programlandığı durum ile bugünkü insanın yaşamı bambaşkadır. Oysa insan aslında biyolojisi ve fizyolojisi ile aynı insandır. Peki ne değişti ve bu gün ne yapmalı?
1- İnsan doğal biçimi ile hareket etmeye programlı bir canlı varlıktır. Bir yerden bir yere yürüyerek gitmiş, binlerce yıl avının peşinde koşmuştur. Bu gün, otomobile biniyor, asansörle çıkıyor, dolayısıyla gereği gibi yürümüyor, koşmuyor, hareket etmiyor. Bu da onu değiştiriyor, hantallaştırıyor, hasta ediyor. Çünkü doğası bu “konfora” göre programlanmamış. Günümüzde obeziteden ölenlerin sayısının savaşlarda ölenlerden fazla olması bundan. Bir de kanser, kalp, şeker vb hastalıkları düşünün. Peki bu gün insan tabiri caizse bu fabrika ayarlarına dönebilir mi, zor; ama bu uğurda bir çabanın sahibi olabilir. Eğer hareket ile çağın getirdiği olumlu olanakları birleştirebilirse daha uzun ve daha sağlıklı yaşıyabilir. Bu bir.
İkincisi beslenme ile ilgilidir. Nihayetinde yaşamı sürdüren, hareket için enerji ve veren besinlerdir. İnsanoğlu doğal durumda iken çok, çeşitli ve organik besleniyordu. Et ve ot(bitkiler) temel besin kaynağı idi. Hem avladığı hayvanlar sağlıklı idi hem de yediği bitkiler doğaldı, bu günkü gibi hormonlu değildi.
Bu gün dünya üzerinde 7 milyar insan yaşıyor, bu dünya artık bu kadar insanı beslemeye yetmiyor. Ve üstelik dünyadaki doğal yiyecekler azalır ve tükenirken nüfus ha bire artıyor. Bu kadar nüfusu beslemek için bir değil beş dünya lazım. Hal böyle olunca (kapitalizm) yapay besinler, hormonlu yiyecekler, kolonlanmış hayvanlarla bu açığı gidermeye çalışıyor. Bu da hastalıklara davetiye çıkarıyor. Peki akla şöyle bir soru gelebilir; bunun yerine nüfusu neden azaltmıyorlar. Aslında 20.yüzyılda bunu aile ve nüfus planlamaları ile denedi ama başaramadı.
Bunun yerine bazı kapitalistler topyekün bir azaltma planının peşindeler. Savaşlar da artık eskisi gibi büyük çaplı nüfus azalmalarına yol açmadığı için kendilerine göre gereksiz bir popülasyon olarak gördükleri “ıskartaya” çıkan insanları (biyolojik bir silahla) itlaf etmek istiyorlar. Peki ne duruyorlar, neden yapmıyorlar? Çünkü hala onların ürettiği malları alacak büyük kitlelere ihtiyaç var, buna bir çözüm bulduklarında böyle bir yola gidecekleri kesin!
Biz asıl konuya dönecek olursak günümüz insanı kendi fabrika ayarlarına (ki benim çok hoşlanmadığım bu kavramı bazı biyologlar ve felsefeciler kullanıyor) dönmesi için organik beslenmeye, belli bir yaştan sonra az yemeye, “çeşitli” beslenmeye yönelmesi lazım. Yukarıda fazla yemekten (obeziteden) ölenlerden bahsetmiştim, buna bir de kötü beslenmenin yarattığı hastalıkları ve kullanılan ilaçların getirdiği ölümleri ekleyin.
Aslında ölüm kimi yerde kurtuluş oluyor, çünkü çağımız beslenme alışkanlıkları, hastalıklar ve bunları teşvik eden ilaç endüstrisinin araçları insanları yaşatmıyor adeta süründürüyor. Daha fazla kazanç için daha çok sürünen insan gerekir onlar için. Siz eğer bunun bir aracı olmak istemiyorsanız bilinçli bir beslenmeyi rehber edinmelisiniz.
Üçüncü nokta çağın temel hastalığı olan strestir. Stres doğal insanın avını yakaladığı zamanlarda zuhur etse de yıkıcı değildi, tersine birazı başarı için gerekliydi. Bu gün durum bu hususta tam bir faciaya dönüşmüş. Stres, çocuklardan başlayarak yaşlılara kadar herkesi pençesine almış durumda.
Biraz kaygı (ve stres) bu gün de başarı için gerekli; ama yaşadığımız çağın debdebesi birazın çok ötesinde bizi strese maruz bırakıyor, bu da bizim hem sağlığımızı hem de ilişkilerinizi bozarak altüst ediyor. Bir çok zihinsel ve bedensel hastalığı tetikleyen stres sadece hücreleri bozmakla kalmayıp inansanın dengesini de bozuyor.
Diyeceksiniz eskiden yaşam süresi kısa idi şimdi daha uzun yaşıyoruz. Doğru, ama sadece süre önemli değil, sürenin kalitesi, ne kadar acılı olup olmadığı da önemli. Uzun, acılarla dolu hastalıklı bir yaşamdansa daha kısa ama daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam yeğdir.
Sonuç olarak ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak daha sağlıklı yaşamak istiyorsanız stresle baş etmelisiniz. Peki nasıl baş edeceğiz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Şöyle söyliyeyim; bu konuda “zaman” ile barışık yaşamalısınız. Çünkü en nihayetinde stresin temel kaynağı zamana ve zamanın yarattığı baskıya dayanır.
Modernitenin en büyük iki unsuru zaman ve makandır. Zaman ve mekan doğal durumda serbestti ve bölümlememişti. Şimdi ikisi de baskı altında bölümlenmiş durumda. Örneğin on dakika gecikirsen uçağı kaçırırsın, uçağa zamanında yetişmenin yarattığı bir stres var. (Zaman baskısı). İstediğin yere istediğin biçimde bir ev yapamazsın belediyenin kurallarına(imar planlarına) uymak zorundasın. Fazla yaptıklarının düzeltilmesi ya da yıkılması düşüncesi strese yol açar. (Mekan baskısı) vb.
Dolayısıyla kendini zaman ve mekan baskısından korumalısın. Doğal insan canı istediği zaman kalkardı, istediği yere istediği evi yapardı.
Dördüncü ayar, iyi sosyal ilişkilerdir. Aslında iyi sosyal ilişki son tahlilde çıkarsız bir ilişkidir o da bu günkü kapitalist dünyada nerdeyse imkansızdır. Öyle ki dostlar arasında bile. (Anti parantez ironik olarak şöyle bir söz var; Düşmanlarından korkma onlar sana kör atış yapar, dostların ise senin zayıf noktanı bilir, nereye ateş edeceğini bilir, o yüzden ordan gelecek atış daha can alıcı olacaktır.) Neyse bu bir yana; güzel, huzurlu ve mutlu bir yaşamın olmazsa olmazı sosyal ilişkilerdir. Çünkü insan sosyal bir hayvandır. İnsanı hayvandan ayıran bu sosyal yanıdır; o yüzden başkalarıyla konuşmalı, şakalaşmalı, paylaşmalı, gülüp eğlenmelidir. Bu bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. Bunun için daha önce ziyaret, zerafet ve ziyafet (üç z)’den bahsetmiştim.
Fakat günümüzün koşturmacalı yaşam biçimi buna pek elvermiyor. Herkesin nerdeyse bir buçuk günlük bir yaşamı var. Bir günü, her mesai günü yaptığı aynı şey(ler)dir, öbür yarımı da hafta sonu ailesiyle yaptığı farklı şey(ler).
Modern yaşam insanı öyle bir makineye çevirmiş ki; hafta boyunca hafta sonu tatili için çalıştay; yıl boyu, yıllık iznini kullanacağı günlerin hayali ile yaşar; ömür boyu ise emekli olmak için çalışır. Bir öncekinin teri bir sonrakine karışır.
Şairin dediği gibi; sarı bir lira gibidir ömrümüz, sandığın en değerli yerinde saklarız, vakti gelip de çıkardığımızda bir de bakmışız ki tedavülden kalkmış. O halde bir yol bulmalısınız, yaşamınızı anlamlı kılmak için.
Kanımca yaşamı anlamlı kılmak için beşinci adım; insanın kendini gerçekleştirmesi, kendi sınırlarını zorlaması ve kendini aşmasıdır. Doğal insan sürekli alet adavat geliştirerek ve bu sayede avını daha rahat yakalayarak kendini geliştirdi, sonra kendini aşarak yerleşik hayata geçti, avcı toplayıcı toplumundan yerleşik tarım toplumuna geçti. Her aşama biraz daha ileri götürdü... Ama bu gün geldiğiniz noktada nereye gittiğimiz daha doğrusu nereye savrulduğumuz belli değil. Her aşama ileri denilen bir felakete doğru sürüklüyor insanoğlunu. Efendisi olduğu makinaların ve makinalaşmanın kölesi olmaya doğru bir gidiş var.
İşin büyük tarafını bir yana bırakıp tekil olarak insana baktığımızda, yani kendi bireysel sınırlarımıza baktığımızda asl olanın kendimizi keşfetmek olduğunu görürüz. Kendi sınırlarımızı aşmak için kendimizi bilmemiz gerekir, kendimizi bilmemiz için de kendimize bakmamız gerekir. Kendinize dönüp baktığımızda işte o zaman insan olmanın destansı yürüyüşü başlar.
İnsan olmanın sadece yeme içmeden müteşekkil olmadığını, kafasında saç yüzünde göz olmanın da insan olmak için yeterli olmadığını, insan olmanın bunlardan fazla bir şey olduğunu keşfetmemiz gerekir. Bu keşif başladığında yolculuk da başlar...
(Devam edecek)
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları