loading
close
SON DAKİKALAR

Kalıcı barışın yolu

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 25.08.2012

Prof. Dr. Ahmet Özer yazıyor, ''Dünya üçüncü dalga dönemini yaşıyor, Türkiye buna ayak uyduramıyor...''

Türkiye riskli bölgede

Türkiye mevcut konumuyla taşıdığı riskler ve potansiyeller bakımında tam bir denge durumunda bulunuyor. Bu dengeyi halkın lehine bir yönde geliştirmek ise basiretli yöneticelerin işi. Çünkü içerde savaş gibi çatışmalar, yüzleri aşan ölümler ve milletveili kaçıracak kadar şirazesinden çıkan işler olurken, dışarda da Suriye ile savaş oldu olacak, İran’la bir biçimde kapışılacak beklentisi hakim. Bu gidiş hayra alamet değil, durdurulmazsa hayırlı sonuçlar vermeyeceği gün gibi ortada. Türkiyenin nereye sürüklendiğini anlamak için önce Ortadoğuda içinde yeraldığı büyük resme bakmak sonra bunun bir parçası olarak adadilecek olan içerdeki gelişmeleri kavramaya çalışalım.

Türkiye aynı zamanda enerji koridoru

Türkiyenin üç tarafını saran Ortadoğu, Batı Asya ve Kafkasya bölgeleri dünya enerji kaynaklarının dörte üçüne sahipken, batısındaki AB ve ABD ise bu kaynakların % 80’nine muhtaç ülkelerden oluşuyor. O yüzden Türkiye bu haliyle doğudan batıya uzanan bir enerji koridoru niteliğindedir. Bu koridor ister istemez kendi güvenliğini de beraberinde getirecektir. Yani Türkiye’nin jeo politik konumu ona ister istemez jeo ekonomik üstünlük sağlıyor; ancak bu avantaj, ABD’nin İran ve Suriye politikalarını haletmeden PKK ve Kürt sorununu tam olarak çözmek istemeyeceğinden ötürü bir dezavantaja dönüşmüş durumda.

Bu durumda yönetenlerin iç dinamiklerin gücüne daynarak basiretli davranıp çözüm geliştirmeleri kalıyor ki bu da seçim ve oy hesapları engeline takılıyor. Onun için de Türkiye’nin bir zenginlik ve avantaj olarak değerlendirmesi gereken çok kültürlü yapısı, uyguladığı yanlış politikalar sayesinde ayağına dolanan prangalara dönüşmüş durumda. Uyguladığı gerginlik politikasıyla bu sorun alanlarının oluşturduğu bataklığa gün geçtikçe daha da saplanıyor.

En büyük risk etnik ve mezhep çatışması

Bunlardan biri ırk ve milliyet merciinden yürütülen etnik çatışma, değeri ise dinsel ve mezhepsel bağlamda meydana gelen gerginliklerdir. Her iki sorun da iç mesele gibi görünse bile etnik ve mezhep meselesi dolayısıyla Suriye, İran ve Irak politikalarıyla da yakından ilgilidir.. Diğer bir deyişle Suriye (Dolayısıyla İranla) ve Irakla izlenecek politikalar içerdeki Kürt ve Alevi meslesini yakından ilgilendirirken, buradaki çözüm ya da çözümsüzlük dışarıda alınacak rolleri de biçimlendirecektir.

Bilindiği üzere din ve mezhep çatışmaları tarım imparatorlukları döneminden kalma bir çatışma biçimidir. Tarım imparatorlukları zamanında, insanları toprak için savaşa ikna etmek kolay olmadığından, toprak için yapılan savaşlar din ve mezhep adına yapılıyordu. Endüstri dönemine geçildiğinde uğruna savaşılacak meta da değişti. Bu kez pazar ve hammadde için işgaller, savaşlar yapılıyordu. Ancak bir önceki dönemde olduğu gibi “hadi gelin zenginlerin ve kapitalistlerin pazar hırsı için savaşalım” denseydi savaşacak kimse bulunmayacağından, bu sefer endüstrileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik imdada koştu; bu dönemde hammadde ve pazar için ırk ve milliyet üzerinden savaşlar yapıldı.

Dünya üçüncü dalga dönemini yaşıyor, Türkiye buna ayak uyduramıyor

Dünya bilişim çağında, tarım ve sanayi dönemleriyle birlikte hem din ve ırk savaşlarını, hem de imparatorluk ve ulus devlet biçimlerini çoktan aştı. Artık üçüncü dalganın yaşandığı bilgi ve teknoloji çağına girmiş bulunuyoruz. Bu dünyada hala 1. ve 2. dalganın sorunlarını çözemeyenlerin 3. dalganın yarattığı uygar dünyada hak ettikleri yeri bulmaları şüpheli. O yüzden Türkiye’nin hızla bu kısr döngüden çıkması lazım. Türkiye zaman olarak üçücü dünyada yaşarken uğraştığı sorunlar ikinci ve üçüncü dünyanın sorunları olduğundan çözümleri de tarım dönemi imparatorluklarına ve ulus devlet çözümlerine has çözümlerdir.. Milleyetçi ve güvenlikçi yaklaşımlar son yıllarda iki çatışma biçimini iyice kışkırttı ve su yüzüne çıkardı. Dolayısıyla Türkiyenin önümüzdeki gündemine etnik, dinsel ve mezhepsel gerginlik ve sorun alanları hakim olacak demek yanlış olmaz.

Nitekim son zamanlarda batıda Kürtlerin işçi, esnaf ya da işletmeci olarak yaşadığı yerlere pogrom uygulanıyor ve sonuçta bu baskı ve sindirmenin amacı hasıl oluyor, orada yaşıyan Kürtler bir nevi tehcire tabi tutuluyor, can havliyle bulundukları bölgeleri terkediyorlar. Öte yandan daha önce büyük facialarla Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yaşadığımız Alevi-Sunni çatışmasının benzerleri günümüzde Malatyada, İsatanbulda ve başka kentlerde görülmeye başlandı.

Katı merkeziyetçi yapı sorunları çözemez

Bu iktidar tarafından görmezden gelinen saldırı ortamı Alevileri ortak kimlikleri etrafında daha da kenetlenmeye götürüyor ki bu da yeni büyük çatışma potansiyellerini kuvvetle muhtemel hale getiriyor. Peki bu neden böyle oluyor? Kritik soru budur. Çünkü AKP iktidarı gün gittikçe daha da güç biriktirerek merkezileşiyor. Bu gücü ademi merkezi bir anlayışla çevreye dağıtması ve sorunları çözmek için kullanması gerekirken, aksine daha da otoktartik hale geliyor. Hiç bir sorunu çözmüyor, zamana yayarak çözuyormuş gibi yapıyor. En başta da on yıldır iktidarda olmasına rağmen Alevi sorununu çözmedi, nitekim çözümün geldiği nokta Alevilerin ibadet yerlerine başbakanın “ucube” demesi oldu. Benzer biçimde Kürt sorununu da demokratik yollarla çözmedi, sorunu askere havale etti, böylece bu sorun hergün onlarca can alan düşmanlıkları artıran bir sorun haline geldi, büyüdü daha da içinden çıklılamaz hale geldi.

Aslında bu her iki sorunun gelip dayandığı nokta merkezi iktidarın biriktirdiği gücü yetki, sorumluluk ve kaynaklarla birlikte çevreye dağıtmasına yani bir yerde egemenliği paylaşmasına dayanıyor. Gelenekçi ve seçkinci bir anlayışla Ankara’da toplanmış katı merkeziyetçi ve brokratik yönetim ve yetkilerin (bir yerde egemenliğin) yereldeki yapılara devri çözümün diğer adıdır. Örneğin tek dil, tek millet gibi tekellerin kaldırılarak Kürtçe’nin de kullanılacağı bir formülün geliştirilmesi, Kürt etnik yapısının anayasal güvenceye bağlanması, diyanetin ya kaldırılması ya da yeniden düzenlenerek burada Alevilerin temsiliyetinin sağlanması gibi.

Adil ve hakça bir çözüm için iyi niyet, empati ve barış dili şart

Bunun için üç alanda adaletli yaklaşım gerekiyor. 1)Red ve inkarı red eden (reddin reddi ile) kimliklerin anayasal güvenceye alınmasını sağlamak 2)”Kalkınmada ayrıcalıklı bölgelere” karşılık “kalkınmadan geri bıraktırılmışlığı” aşacak “refah ve dengeli dağılım adaleti”ni sağlamak 3)Sürece diğerleri ile eşit eşit katılabilinecek adil mekanizmalar sağlamak gerekir. Diyelim ki bunlar sağlandı, yeterli mi? Değil, çünkü silahlar susmadıkça sorun zihinlerde devam eder. O halde silahlar nasıl susacak, yani barış süreci nasıl olacak?

Burada da gerçekten sorunu çözmeyi her iki tarafın istiyor olması ve bunu göstermesi gerekir. İkinci olarak barış dilinin kullanılması şart. Bir tarafın “üç beş eşkiya-terörist” diğer tarafın “düşman” edebiyetını bırakması gerekir. Her iki tarafın da empati yaparak brirbine yaklaşaması da önemli. Bir kere şunu iyice bilmek gerekir ki bu tür çatışmalarda bir tarafın mutlak kazanıp diğer tarafın kaybettiği bir barış süreci asla başarıya ulaşamaz. Barış sürecinin başarıyla sonuçlanması için iki tarafında kazanacağı algısının oluşturmak ve buna göre davranmak gerekir. Buna ragmen herzaman bu süreci sabote edecekler çıkabilir. O yüzden barış süreci, bisiklet sürmeye benzer; pedal çevirmeyi durdurduğunuzda düşersiniz. Yani herhangi bir eylemle sabote edildiğinde müzakereleri durdurduğunuzda barış süreci son bulur. O nedenle böyle saboteler olsa bile sürece devam etmek gerekir. Nihayet bunlar olması için başlangıç olarak samimi bir ateşkes olması lazım.

Prof. Dr. Ahmet Özer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları