Tarih:
18.02.2013
Küreselleşme ve Ulus – Devlet
Ahmet Özer, ''Bu bahiste ikinci önemli husus küreselleşme-ulus devlet ilişkisidir''...
Bilindiği üzere 1970’li yıllarda Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) dünyada yaygınlaşarak egemen hale gelmesi, 1980’li yıllara da Uzayda İletişim Devrimin (UİD) gerçekleştirilmesi ve nihayet 1990’lı yılların başında SSCB dağılması küreselleşmeyi tamamen egemen hale getirdi. Hal böyle olunca artık yeni konsepte küreselleşme ve ulus devlet bir karşıtlık olarak birbirini besledi, çatıştı ve bunun üzerinden her ikisi de kendini yeniden üretmeye, geliştirmeye çalıştı. Öyle ki eski sağ-sol, kapitalist-sosyalist, milliyetçi-devrimci kavramlarının yerini bu yeni düalistik yapı aldı. Birbirini anlamak yerine biri sürekli öbürünü kötüledi, öteledi ve yok saydı. Bu da meseleyi anlamak yerine daha da anlaşılmaz kılmaktan başka işe yaramadı. Bu yazıda önemli bir mesele olan bu durumu anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. Bir konunun altını kalın çizgilerle çizmek gerek: Küreselleşme bütünüyle “kötüdür” diyen görüş gibi küreselleşme bütünüyle “iyidir” diyen görüş de yanıltıcıdır. Küreselleşmenin iyi tarafları (üretimi arttıran, teknolojiyi geliştiren, demokrasiyi yaygınlaştıran, bilgiyi ulaşılır kılan vb.) gibi kötü tarafları (yoksulluğu arttıran, gelir dağılımını daha da bozan, işsizliği arttıran, çalışanların örgütlülüğünü zayıflatan vb. yanları) da vardır.Burada önemli olan topyeküncü (total) bir yaklaşım yerine küreselleşmenin getirdiği olanaklardan faydalanırken olumsuz taraflarını ise azaltmak için bir çabanın içinde olmaktır. Yani; küreselleşmeyi sevmek ya da onu sövmek yerine küreselleşmeyi anlamanın daha anlamlı bir yol olacağını düşünüyorum ve onu anladıktan sonra da küreselleşmenin bize sunduğu bazı pozitif olanaklarla onun başımıza sardığı negatif durumları gidermeye çalışmanın daha rasyonel olabileceğini bilince çıkarmak gerek.
Bu bahiste ikinci önemli husus küreselleşme-ulus devlet ilişkisidir. Küreselleşmenin ulus devleti aşındırdığı (ancak henüz ortadan kaldıramadığı) bir gerçek. Bu aşınma iki şekilde gerçekleşiyor: Biri, ulus devletin iradesi dışında, çokuluslu ve ulusüstü firmaların varlığı yoluyla oluyor. Bu firmaların bazıları yıllık bütçesi dünyadaki onlarca ülkenin bütçesinden daha büyüktür. Bunlar için önemli olan dünyada kurulmuş çeşitli ağlar arasındaki mal ve hizmetlerin üretilmesi, serbestçe ve güvenlik içinde dolaşmasıdır. Zaten küreselleşme mal, hizmet ve insan kaynaklarının dünyayı tek kapı politikasıyla serbest bir Pazar mantığıyla serbestçe dolaşması ereğine dayanır. Bunun olmasının temel koşulu ise istikrardır. İstikrarın temel dayanağı ise demokrasi ve insan haklarıdır. Bugün büyük firmaların, işadamları örgütlerinin yoğun demokrasi vurgusu da bundandır. Bu sürecin diğer adı ekonomik liberalizyondur. Küreselleşmenin temel amacı dünyayı böyle bir “liberalizasyon denizi” haline getirmektir. Böyle bir gelişme artık ulus devletin dayandığı sınır, toprak, vatan, gibi sembollerden üretim, ulaşım, pazar gibi sembollere kayacaktır.. Gelecekteki böyle bir dünyada elbette hükümran olan “devlet” değil “şirket” olacaktır.
Ulus devletin aşındıran ikinci husus ise içerden yükselmektedir. O da, ulus devletin hükümran olduğu birçok konuda hükümranlık hakkını ulus üstü kurumlara devretmesidir. Örneğin (bazılarının modası geçmeye başlasa bile) BM, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Tahkim Kurumu, uluslar arası bazı anlaşmalar böyle işlevlere sahiptir. Ulus devleti yönetenler (iktidarlar) bir takım konularda bu yetkilerini uluslararası kurumlara delege ederek bir yerde rahatlamakta, sorumluluktan kaçmaktadır. Ya da bu yolla daha da güç elde etmektedirler. Ekonomik ve siyasi birliklerin küreselleşmenin bir ön adımı olarak yaygınlaşması bundandır. Ancak, burada sorulması, daha doğrusu çözüme kavuşturulması gereken bazı hususlar var.
Bunlardan biri “ölçek” meselesidir. Bazı zorunlu konular vardır ki sürdürülmesi ulus devlet ölçeğinde mümkün iken, küresel ölçekte çözüme kavuşturulmaları ya da sürdürülmeleri mümkün görünmüyor. Bunlar “vatandaşlık”, “eğitim”, “eşitlik sağlama”, “güvenlik” “refahın dağılımı” gibi konulardır. Örneğin vatandaşlığı ele alalım. Bugün belli sınırlar içinde yaşayan bir nüfus üstündeki hükümranlık hakkı bütün uluslararası gelişmelere rağmen hala, o sınırların içinde hükümran olan ulus- devlete (onun yönetimlerine) aittir. Halı hazırda herhangi bir ulus üstü kurum bu anlamda herhangi bir ulus devlet kadar zor tekeline ve yaptırım gücüne sahip değildir. Ancak bunun ilelelebed böyle devam edemeyeceği bilinmekle birlikte, yarın bu ortadan kalksa bile bunun yerine nasıl bir güç ya da organizasyon ikame edileceği henüz tam olarak bilinmemektedir ve hiç kimse bu soruya (soruna) cevap bulmuş değildir. Bu zamanın ruhunun zaman içindeki şekillenmesine göre cevabını da bulacaktır.
Aynı şey “güvenlik” ve diğer konular için de geçerlidir. “Ulus devlet ölçeğinde bile ulusun güvenliğini sağlayamayan mevcut yapı, yarın koca kürenin güvenliğini nasıl sağlayacak?” şeklindeki sorular haklı olarak kafaları kurcalamaya devam ediyor. Başka bir soru da gelir dağılımındaki adaletsizliğin gittikçe büyüdüğü dünyada “üretimin ve gelirin adil dağılımının nasıl sağlanacağı” hususudur. Ayrıca Ulus devlet(ler) nasıl ki üstten ulus üstü kurumlarca zorlanıyorsa, alttan da makro ya da mikro milliyetçilikler, kültürler ve inanç grupları tarafından zorlanmaktadırlar. Bu zorlamalar demokrasi içinde karşılık bulamadığı zamanlar ister istemez çatışmalara yol açıyor. Bu çatışmaları kim, kimin adına nasıl önleyecektir?
Hemen buradan bağlantılı diğer bir noktaya gelelim. Küreselleşmenin ideolojik kavgaların sonu olduğu, ABD’nin bu konudaki teorasyeni (aynı zamanda bir dönem ABD Başkanına “ulusal güvenlik” konusunda danışmanlık yapmış) olan Francis Fukuyama tarafından (Huntingtonun “medeniyetler çatışması” itirazına rağmen) ileri sürülmüştü. Fukuyama diyordu ki; önce insanlar kapıştı, sonra krallar-krallıklar, sonra imparatorluklar, sonra ulus devletler savaştı ve en nihayet ideolojiler (komünizm ve kapitalizm) savaşıyordu. Onların da çatışması bittiğine göre tarih de bitti. Çünkü tarih Marx’ın dediği gibi sınıfların ve tabi o arada ideolojilerin savaşının tarihidir. Savaş bittiğine göre tarih de bitti demektir. Yani Sovyetler Birliğin’in dağılmasından, Soğuk Şavaş’ın sona ermesinden sonra artık anlaşmazlıklar savaş ve kanla değil, müzakere yoluyla çözülecektir.
Huntington’dan buna itiraz geldi, “aksine savaş (lar) yeni başlayacak hem de daha büyük çaplı olacak” diyordu. Çünkü “eskiden devletler savaşırken, şimdi kültürel ve dinsel fay kırıklarıyla birbirinden ayrılan sekiz medeniyete bölünmüş olan dünyada medeniyetler çatışacak” diyordu Huntington. Tabi en büyük çatışma da doğu ile batı, yani Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında olacak diyordu. Hantington’un teorisinde açıklıklar ve çelişkiler olmasına rağmen, son gelişmeler (Karikatür krizi, Hz. Muhammed filmi, Suriye ve İran müdahale olasılığı) onu bir nebze doğrular nitelikte göründü. Daha önce Afganistan ve Irak’taki gelişmeleri de böyle yorumlayanlar oldu. Hatta Arap Baharında da böyle bir gizli elin olduğu ileri sürüldü. Ama henüz tam olarak Huntingtonun tarif ettiği biçimiyle “medeniyetler çatışmasıdır” diyebileceğimiz bir gelişmenin yaşandığını da söyleyemeyiz. Zaten kendisi de ABD ulusal güvenlik danışmanlığı yapmış olan Huntington bu teoriyle sosyolojik ve siyasi bir tespit yapmaktan ziyade sanki ABD için normatif bir yol göstericiliğe soyunuyor.
Nitekim ABD 11 Eylül saldırısı sonrasında “tehdit” ve “saldırı” kavramını kendine çıkış noktası yaparak dünya yüzündeki yayılmacı politikasını sürdürdü. Üstelik ABD bu kez bütün ulus üstü kurumların da üstü gibi davranıyor. Kendi koyduğu küreselleşme kurallarını (işine gelmeyince) kendisi ihlal ediyor. Peki göz göre göre yapılacak olan savaşların ve insanlığın bir bölümünü etkileyecek böyle saldırganlıkları kim önleyecek? Bütün bu ve buna benzer sorunların açıklığa kavuşması gerekir.
Sonuç itibariyle küreselleşme hızla yayılan, yaşanan ve önüne geçilmesi mümkün olmayan bir süreç. Ama her kesim, çıkar gurubu, ülkeler gurubu ya da birlikler bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek, geliştirmek istiyor. Bizim de yapmamız gereken küreselleşmenin olumlu taraflarından yararlanırken olumsuzluklarını da asgariye indirgemek için mücadele etmek, bu yolda bir çaba içinde olmaktır.
Prof. Dr. Ahmet ÖZER
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI