Tarih:
08.01.2013
Öcalan'la görüşmenin kodları
Prof. Dr. Ahmet Özer yazdı, ''Barışı konuşurken savaş dilini kullanmak süreci zehirlemenin ötesinde, sabote edebilir...''
“Masasız barış, Öcalan’sız masa olmaz” diye yazılıyordu bazı yazarlarca. Şimdi bunu doğrulayan bir sürecin başladığı görülüyor. Ancak bu başlangıcı ne gereğinden fazla abartıp karşılıksız kalacak umutlar yaratılmalı, ne de küçümseyip ötelemeli, ihtiyatli bir iyimserlikle takip etmekle birlikte sürecin başarısı için katkı sunulmalı.Bu hususta ilk akla gelen soru “Peki neden şimdi Öcalan'la görüşülüyor?” sorusudur. Başbakanın tavrı ve tarzı meseleyi kökten çözmeye yönelik samimi bir adım mı yoksa siyasi bir taktik mi? Bir yandan en milliyetçi söylemlerle belli bir kesimi manipüle ederken diğer yandan Öcalan'la en üst düzeyde görüşmeler yapılıyor olması ne anlama geliyor? Bir yandan toplumsal barış için toplum heyecanlandırılırken öte taraftan yapılan açıklamalarda “Öcalan'a ev hapsi asla olmaz”, amaç sanki Kürt sorunu çözmek değil de “terör örgütüne silah bıraktırmaktır” söylemeleri sonuç almaya peşinen zarar vermiyor mu? Bu soruların doğru cevaplandırılması süreci doğru değerlendirmekten geçer ve bundan sonraki gelişmeleri doğru yorumlamamızı sağlar. Ve daha da önemlisi neden şimdi bu atak?
Her şeyden önce bu atağın şimdi yapılmasının “zamanlamayla” çok yakın ilişkisi var. Bazen bir işte sonuç almanın en önemli yanı doğru zamanda doğru yerde doğru kişilerle o işi kotarmaktır. İşte şimdi Öcalan'ın -eskisine nazaran daha şeffaf biçimde- devreye sokulmasının en önemli nedeni bu zaman meselesidir:
1) Henüz Öcalan'ın kendi örgütü üzerinde hakimiyeti varken bu işin bir biçimde kotarılması, Öcalan'ın hakimiyetinin azaldığı bir döneme göre daha rasyonel ve daha kolay olacaktır. Daha rasyonel, çünkü Öcalan devletin elinde, devlet her an onunla görüşebiliyor. Daha kolay, çünkü birden fazla kişiyle müzakere etmek her zaman bir kişiyle müzakere etmekten daha zordur. Ayrıca Öcalan'ın örgütün bazı kanatlarına göre barışa daha yakın bir lider olduğu biliniyor. Yarın Öcalan öldüğünde ya da örgüt üstündeki otoritesi azaldığında devlet daha müşkül bir duruma düşecektir, bu besbelli. O halde liderleri dağda dolaşan koca bir örgütü iknaya çalışmaktansa şimdi denetimindeki bir kişiyle müzakere etmek daha akılcı ve sonuç alıcı. Üstelik (şimdilik) örgütü ikna etmek bir tek Öcalan'ı ikna etmekten geçiyorken.
2) İkincisi ve daha önemlisi İran ve özellikle de Irak ve Suriye'de beklenen değişimin Türkiye yönetiminde yarattığı kaygıdır. Önümüzdeki yaz İran'da, Irak'ta ve Suriye'de meydana gelecek olan kimi değişimler Kürt taleplerinde de köklü bazı değişimlere yol açabilir. Henüz böyle bir şey yokken bu işi bitirmek çok daha akıllıca olur. Eğer Suriye'de iş Türkiye'nin istediği biçimde sonuçlanmazsa bunun Türkiye açısından maliyetinin yüksek olacağı biliniyor. Türkiye nasıl ki on sene önce daha alt düzey taleplerle bu işi halledebilecekken yapmadığına şimdi pişmansa yarın, bu gün konuşanları yapsa bile bu kez Kürtler ikna olmayabilir.
3) Başka bir badire de arkadan geliyor onu da hesaba katmak gerek. Eğer bu kuşakla işi bitiremezse devlet/hükümet, bundan sonra gelecek olan “fırtına çocuklarıyla” işi bitirmek ve müzakere etmek çok daha güç olacaktır. Çünkü bu kuşak Türk deyince yalnızca hayatını zorlaştıran askeri, polisi, savcıyı ya da gardiyanı aklına getiriyor. Öfkeli, içi kin ve hınç dolu olan bu nesille bu meseleyi çözmek mümkün değil. İşte bu zamanın altın değerinde olmasının nedenleri bunlardır.
Tabi bu “altın zamanlama” kadar ortaya çıkacak “altın oranlar” da önemli. Devletin atacağı adımlar toplumu tatmin etse bile bazı sertlik yanlısı grupları tatmin etmeyebileceği ihtimali her zaman var. O taktirde ister istemez görünür ya da görünmez bir bölünme meydana gelebilir örgüt içinde. Diğer bir deyişle ortaya çıkan tabloyu beğenmeyen bir grup karşı çıkabilir. İşte o karşı çıkan kısmın kabul eden kısma göre küçük ya da büyük olması stratejik olarak önem taşır. Eğer silahı savunan taraf büyük parça olursa Türkiye kaybeder, barış süreci işe yaramamış olur. Eğer bölünen taraf küçük kalırsa marjinal kalır, barış amacına ulaşır. Bunu da hesaba katmak gerekiyor.
İşte bu yüzden henüz örgütün tek tartışmasız lideri olan Öcalan şimdi her zamankinden daha büyük önem taşımaya başladı. Çünkü benzer sorunları yaşayan ülkelerden biliyoruz ki “gerçek lider olmayan bir liderle müzakere yapamazsınız. Yapsanız bile sonuç alamazsınız.” Şimdi gelinen noktada bu görüşmelerin Öcalan'la başlaması bu bakımdan önemli.
Fakat şimdi de başka bir sorunla karşı karşıya kalabiliriz. O da şudur: Nasıl ki yıllarca “Kürt yok her kese kart kurt” denildi, sonraki yıllarda da bu kez “Kürt var ama Kürt sorunu yok” denilerek zaman yitirildi ki bu meseleyi büyütmekten başka bir işe yaramadı. Şimdi de başta başbakan olmak üzere AKP önde gelenleri görüşülen kişinin sanki bir adı sanı yokmuş gibi davranıyor olması da anlaşılır değil. Oysa müzakere ediyorsan muhatap alıyorsun demek, muhatabını da küçümseyip önemsemezsen nasıl selametli bir sonuç bekleyebilirsin? Ne deniliyor, “İmralı’yla görüşüyoruz”, yok olmadı “adayla görüşüyoruz” denilerek adeta bir deve kuşu politikası güdülüyor. Denilecek ki önemli olan görüşmenin kendisi ve sonucu. Doğru, ama eğer bir zihniyet değişikliği olmazsa, geçmişteki otuz yılın alışkanlık ve zihniyetiyle ne kadar görüşülürse görüşülsun sonuç alınamaz. O halde gerçekler bu kez şefaf bir anlayışla ortaya konulmalı. Gündüz gözünü kapatan, sadece kendine dünyayı gece yapar. Hem biriyle görüşeceksin, hem de eğer taktik değilse kibirle davranıp ismini bile telaffuz etmeyeceksin. Peki, o takdirde kiminle ne konuşuyorsun ve nasıl sonuç alacaksın?
Ayrıca uzunca bir süredir dillendirilen “Kürt sorunu PKK sorunundan ayrıdır” yanlışının ısrarla sürdürülmesinden sıyrılmalı. Kürt sorununu sadece bir şiddet ve silah meselesi olmadığı, ancak bunların kimi yönleriyle şiddetle, silahla iç içe geçtiği yıllardır herkesin bildiği bir “sır”. Eğer silahları susturmak için müzakere edilecekse, konuşulacak şey ne olacak? Elbette Kürt meselesi, Kürtlerin talepleri olacak. Çünkü örgüt 30 senedir, ister beğenirsiniz ister beğenmezsiniz bu talepleri dillendiriyor ve bunun için dağa çıktığını söylüyor. “Sen gel silahları bırak ama her şey eskisi gibi devam etsin” denilemeyeceğine göre, denilecek her bir şeyin Kürt meselesiyle şöyle ya da böyle ilgisi ve ilişkisi olacaktır. Eğer mesele toplumsal tepki ise, nasıl ki çocuk büyünce bazı şok olaylar karşısında travma geçirsin istemiyorsanız daha başlangıçta gerçeklerle ve acılarla yüzleşmesi psikologlarca tavsiye ediliyorsa, Toplumun da gelecekte her şeyi alabora edecek şoklarına karşılık bu günden olan biten gerçeklere alıştırılması ve gerekirse bu konuda psikolojik alt yapının hazırlanmasına hemen başlanması elzemdir.
Unutulmamalı ki bu konunun başarıya ulaşmasındaki en temel noktalardan biri karşılıklı güvendir; güvensizliğin başladığı yerde her şey biter. 30 yıldır birbiriyle çatışan tarafların birbirine peşinen güvenmelerini beklemek saflık olur, bunu biliyoruz. Burada önemli olan kademe kademe bu güveni tesis edecek adımların atılmasıdır. Öncelikle çatışmalar karşılıklı durması önemli; devlet operasyonlarına, PKK ise saldırılarına mutlak suretle son vermeli, eller provokasyona rağmen, tetikten çekilmelidir.
İkinci olarak her iki tarafın da kendi tabanlarına empati yapmalarını telkin etmesi, hatta liderlerin bu işe kendilerinden başlayarak örnek olması gerekir. Batıdaki yurttaşlarımız Kürtlerin bunca yıldır çektiği her türlü acıyı görmeli ve içselleştirmeli, bu işin mağduru Kürtler de Türkiye’nin sadece kendilerinden ibaret olmadığını, batıda yıllar içinde oluşturulan başka duyarlılıkların olduğunu hesaba katmalıdır.
Tabi burada niyet devreye girer. İktidarın/devletin ve örgütün niyeti barış yapmak mı, yoksa bu ad altında birinin diğerini
tuş etmeye çalışması mı? Çünkü niyet yapmanın yarısıdır. Eğer niyet çeşitli nedenlerle “yapıyormuş gibi..” yapmaksa asla sonuca ulaşamayız. Böyle bir sonuç sadece bugünü değil, gelecekteki olası barış umutlarını da berhava eder…
Ayrıca bu süreçte barış dilinin kullanılmasına büyük özen gösterilmeli. Çünkü barışı konuşurken savaş dilini kullanmak süreci zehirlemenin ötesinde, sabote edebilir. Tabi savaş dilinin ötesinde barış müzakereleri yapıldığı anda bile bazı provokasyonlar gerçekleşebilir, o takdirde bile masadan kalkmamak lazım gelir. Yoksa barış istemeyenler kazanır..
Ayrıca bu süreçte barış dilinin kullanılmasına büyük özen gösterilmeli. Çünkü barışı konuşurken savaş dilini kullanmak süreci zehirlemenin ötesinde, sabote edebilir. Tabi savaş dilinin ötesinde barış müzakereleri yapıldığı anda bile bazı provokasyonlar gerçekleşebilir, o takdirde bile masadan kalkmamak lazım gelir. Yoksa barış istemeyenler kazanır..
Prof. Dr. Ahmet Özer
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI