loading
close
SON DAKİKALAR

Ölüm ve ölümsüzlük!

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 25.05.2020
Kaynak: www.istanbulgercegi.com

Prof. Dr. Ahmet Özer; Ölüm nedir? Ölüm, acaba yürüyen zamanın durur gibi yaparak bize oynadığı bir oyun mudur? Ama öyleyse neden sıkıp duruyor canımızı. Bir de insanoğlunun kal u beladan beri ölümsüz olma arayışı! O ne anlama geliyor?

Evvel emirde şunu söylemekte beis yoktur herhalde, ölüm yaşama dâhil değildir; yani demem o ki, ölüm yaşamın devamı değil, yaşamdan sonraki devamdır bir yanıyla, diğer yanıyla toprak meselesinde ölüm yaşamın köküdür, yaşam topraktan kök alır, toprak da en nihayetinde ölü bedenleri saklar kendi bedeninde. Bir döngüdür devam eder gider.

Eşkıya filmini izlemişsinizdir. Eşkıya Baran (Şener Şen) Samsat’tan İstanbul’a gelirken trendeki genç Cumali (Uğur Yücel) ile tanışır, onu sever, güvenir, dost olur; eşkıya töresince, sevip dost olduğu kişiyi sonuna kadar koruyup kollamaktır ahdi. Bir gün Eşkıya Baran, otele dönerken kirli işlere bulaşmış olan Cumali’nin Mafyanın adamları tarafından vurulduğunu öğrenir. Vurulan Cumali can havliyle sürünerek otelin damına çıkar. Baran çarçabuk oraya vardığında, Cumali’nin korku içinde can vermekte olduğunu görür. Şöyle der Cumali Eşkıya Baran’a korkudan açılmış gözlerle: “Korkuyorum Eşkıya, ölmekten korkuyorum. Yoksa ben ölüyor muyum?” diye sorar. Eşkıyanın cevabı, ölüm, toprak ve dirim diyalektiği gibidir: “Korkma” der eşkıya Baran, bütün bedenini ve ruhunu ölüm korkusu saran çocuğa. “Belki öleceksin, sonra toprağa gideceksin. Daha sonra o topraktan bir çiçek fışkıracak. O çiçeğe bir arı gelip konacak. Belki o arı ben olacağım” der. Cumali hayata gözlerini yummadan önce Eşkıya Baran o sözlerle, yaşam, ölüm, toprak, çiçek, böcek, tekrar yaşam ölüm-dirim döngüsünü anlatır bize. İçinde ölümün de dirimin de olduğu bir yaşam döngüsü...

Bu yüzden olsa gerek, ölenle ölünmez, dense bile; ölen, kalanların yaşamında, o yaşam sonlanana kadar varlığını, etkisini sürdürür; can acıtmaya can sıkmaya devam eder şu ya da bu şekilde.…

Bir gün bir kongre için Dersim’deydik. Kutsal Munzur’un kenarında eski tüfek Murat Belge’yle oturuyorduk, dostum Ali Özveren’le birlikte. Belge, kongrenin kalabalığından ve tartışmalardan yorulmuş, bir kadeh rakı içmek için nevi şahsına münhasır Munzur’un kenarına inmişti. Biraz hoş beşten sonra söz dönüp dolaşıp uzun yaşamaya ve nihayetinde ölmeye geldi. Baktım ki yüzler başka bir alfabe okuyor o an, o zaman ben de Belge’ye ölüm hakkında ne düşündüğünü sordum. Verdiği cevap beklemediğim bir cevaptı, biraz düşündü, kadehinden bir

yudum aldı, ölümün gölgesi sanki yüzüne düştü ve gırtlaktan çıkan boğuk sesi ile şöyle dedi; “Ölüm mü, ölüm acayip derecede canımı sıkıyor”. Murat Belge gibi yıllarını daha güzel bir yaşam için harcamış biri, bütün aydınlığıyla ölümden korktuğunu gizlemiyordu. Oysa kimi yarı aydın, kimi ham softalarla karşılaştığınızda meydan okurcasına “ölümden korkmuyorum” derler, ama siz onlara inanmayın. Lakin insanın en temel duygusu korku duygusudur, bütün korkuların anası da ölüm korkusudur ve Tanrı bu yüzden cehennemi yaratmıştır. Çünkü onun cephanesindeki en korkunç silah budur.

Ölümü küçümsediğinde bir insan bütün korkuları yenmiş olur mu bilinmez ister korksun ister korkmasın herkesin mutlaka tadacağı ve mutlak eşitlendiği tek gerçek var o da ölüm gerçeğidir. Ne ki ultra teknolojinin insanoğlunu getirdiği yerde yarattığı kibir buna itiraz eder. Google’ı biliyorsunuz. “Ölüme Çözüm” diye bir birim kurmuş, başına da bu konuda dünyanın en iyi bilim insanlarını getirmiş. İnsanoğlu, “madem hastalıklara çözüm buldu (hala virüslere bulmadıysa bile), madem artık açlıktan kitleler şeklinde kırılmıyoruz, o zaman acaba ölümü de çözebilir miyim?” deyip peşine düşmüş ölümsüzlüğün. Hayvanlardan insana, insandan tanrıya uzanan bir hat üzerinde ölümsüzlüğün izini sürüyor. Peki bu ölümsüzlük aşkı nerden geliyor? Anlatayım:

Biliyorsunuz, insanlık tarihi, üç büyük “aşk”a tanıklık etmiştir şimdiye değin. İlk aşkı “taş”tır! İki milyon yıl önce karşımıza çıkan taşla alet yapımı, doğa karşısında insanı üstün kılan “kültür”ün başlangıcını işaret eder. Bu, türümüzün “maymunlar arasında bir maymun” olmaktan çıkmasının önünü açan bir devrimdir. O yüzden buna “Taş Devri” yerine “Taş Devrimi” demek daha doğru olur! Bunun gibi bir diğer devrim, on bin yıl önce gerçekleşen “Tarım Devrimi”dir. İnsanı, bu defa “toprak”la tutkulu bir aşkın içine soktu bu devrim. Bu aşkın en has dillendirilişine Âşık Veysel’in dizelerinde şahit oluruz: “Dost dost diye nice nicesine sarıldım/ Benim sadık yârim kara topraktır” diyerek. Sonra “makine” geldi, 18’inci yüzyıl ortasında buhar makinesinin icadından istim alarak.

Söz konusu “Endüstri Devrimi”, insanı bugün de devam eden bir aşkla makineye bağladı, böylece mekanik bir aşk oluştu! Öyle ki insan, makineyle bir olmak, var olmak, “makineleşmek” istedi. Bu aşkın da müthiş bir ifadesi Nazım’ın şu dizelerinde dile geldi; “trrrrum,/trrrrum,/trrrrum!/trak tiki tak!/makinalaşmak istiyorum!” şeklinde. Bu aynı zamanda makinedeki eşitlikçiliğinin bir ifadesi ona göre.

Nâzım’ın endüstriyel sosyalizmle harmanlanmış, 1920’lerin başına giden bu “iyimser” dizelerini elbette sorgulamaksızın zikretmek olmaz bugün... Makine ile süren “aşk” sorunsuz değil artık. Makine ile hemhal oluş meselesi pek çok soruyu beraberinde getiriyor: Bu “aşkın” sonu nereye varacak? İnsanlar makineleşirken, makinelerin insanlaşma ihtimali var mı? İnsan zihninden daha randımanlı ve üstün çalışabilecek makineler üretildiğinde, bunların insanlarla ilişkisi nasıl olacak? Yapay zekâ, doğal insan zekâsını aşacak mı, onu bastırıp ezecek mi? Yani insanın makineyle büyük tutkuyla devam edegelen “aşkı” ölümsüz mü olacak, ölümcül mü?

Dolayısıyla, makine sizi artık ölümü yenme noktasına taşımayı vaat ederken, bir de bakmışsınız bu “yeni tanrının” yeni bir insan vaadidir aslında; ölümsüz olma vaadi. Yani insanoğlu Gılgamış gibi “ölümsüzlük otunu” arıyor, ne olduğunu bilmeden ölmemenin peşinde deliler gibi koşuyor.

Lakin insanın hep genç kalma isteği yok mu, insanın ruhunu kabartan kılamda olduğu gibi. Eve yorgun dönen adam, sevdiğinin dizine başını koyup dinlenmek istiyor. Sevdiği kadın saçında iki tel beyaz görünce söylenir, “yaşlandın” diye. Ozan Aydın, o yanık sesi ile “Xazıla mirin hebya kalbun tinebuya/Keşke ölüm olaydı da yaşlılık olmayaydı” diyor stranında. Sonra ekliyor “Vala ben yaşlı değilim, iki tel beyaz görmüşsün saçımda, Allahtan korkmadan yaşlısın diyorsun bana” diyerek itiraz ediyor sevdiğine, aslında yaşlanmamak için bir nevi intizar ediyor.

Ama aşk sonsuz değil ve insan hep genç ve âşık kalamaz. Bir vakit gelir ki ölümün soğuk yüzü görünür kapıda, o vakit gidecek yer kalmaz. Ah ölüm evin yıkıla, keşke olmayaydın. Ama o zaman da sonsuz bir yaşam ne kadar çekilebilirdi ki? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Çünkü yaşanmayanı bilmek bilim için aykırı bir sorudur.

Bu düşünceler zihnimde raks ederken, eski anılar, ölüm düşüncesini bir kenara itip, gelip kapıma dayandılar. Baktım ki; geçip gitmiş olan eski dostlarım kucaklarını açmış bekliyor; anam dünkü çocuğuymuşum gibi beni sarıyor, hala çok genç olan kızım bu döngüye bir anlam veremiyor? Kendimle hasbihaldeyim bugün gene, özümle hesaplaşmada.

Ölümle yaşam sevinci itişip duruyor iç dünyamda. “Berxüdan jiyane/yaşamak direnmektir” sözü geliyor aklıma. Yaşamın güzelliği ölümden değil mi zaten? Hayatın genelde iyi olduğunu kanıtlayan olay, insanların büyük çoğunluğunun yaşamı ölüme karşı seçmiş oluşları değil mi? Ama gene de doğup büyüyen insan sonunda ölüyor, geriye hatıralar kalıyor.

Benimkilerin ise içinde babama dair olanlar önemli bir yer tutmakta. Kurdi’nin bir sözü geliyor aklıma; acel tektir değişmez, diyen sözü, kaderci anlayışın katı kuralının dile gelişi...

Geçen sene, mezarlık ziyaretinde, bayram için yaşlı babaannesini İstanbul’dan Van’a ziyarete gelmiş olan kızım da vardı yanımda. Bu dünyada ölümün de olduğunu hatırlamak için belki de gençlerin de ara sıra uğramaları gereken bir yer mezarlıklar! Önü ana baba günü olan büyük mezarlık haneden içeri girince, ona “Kızım Karaca Ahmet mezarlığını gördün mü?”, diye soruyorum. Dönüp yüzüme bakıyor; “Neden sordun babacığım?” diyor, melül ve mahzun biçimde. “O mezarlığın girişinde şöyle yazar kızım. ‘Her Canlı Bir gün Mutlaka Ölümü Tadacaktır.” Ne demek istediğimi anlıyor zeki kızım. Mezarlıkta ölüm bahsi genç dimağını ürkütüyor, bu kez bir kötülüğü defetmek ister gibi eliyle ağzımı kapatıyor, beni sıkıca sardığı kollarıyla kendine çekip yanaklarımdan ve ellerimden öpüyor. Sanki beni o an gelip götürecekler de o da “Asla vermem babamı” diyecek gibi.

Bir çocuğun yaşamda aldığı ilk izlenim, bütün ömrünce sürer gider. Bu açıdan bakıldığında söylenecek söz şudur: Çocuk insanın babasıdır. Ve Holder’in dediği gibi, çocukluğunu tam yaşayamamış insan kolay kolay tam bir adam olamaz. Aileler genellikle acıları, sıkıntıları saklarlar çocuklardan. Hâlbuki göstermek lazım onlara her türlü yaşanmışlığı. Acısız bir yaşam yok ki. Mors alfabesi gibidir hayat; acı (çizgi), mutluluk ise (nokta)… Çizgi nokta, çizgi nokta, böyle sürer gider yaşam. Yaşamı çekilmez kılan ise sadece çizgilerden ya da sadece noktalardan müteşekkil olanıdır. Acı çekmemiş olmak, büyük bir acıdır, diyor Çiçero. İçinde hiç sorun, hiç acının olmadığı, tamamen mutlu sandığımız yaşamların gittiği yer de intihar(lar)dır. Acıyı gördüğünde ve yaşadığında hem görerek öğrenecek hem de daha dirençli olacak hem de mutluluğun ne olduğunu tanıyıp kıymetini bilecek insan o zaman…

Konfüçyüs çocukken bir gün dışarı çıkarılıyor nedimeleri tarafından. Bir tabutun altında birkaç adamın yürüdüğünü görünce “O kutuda ne var” diye soruyor tabutu göstererek. “Ölü var” diyorlar ona. “Ölü nedir?” diye soruyor bu kez de. Ona anlatıyorlar insanların, yaşarken öldüğünü ve işte o zaman Konfüçyüs bu dünyada ölüm diye bir şeyin olduğunu öğreniyor. Ve büyüdüğünde bütün felsefesi yaşamla ölüm arasında gidip gelen bir hat üzerinde ilerliyor.

Peki nedir ölüm? Başta demiştik; ölüm, acaba yürüyen zamanın durur gibi yaparak bize oynadığı bir oyun mudur? İster öyle ister başka türlü olsun, yaşamın tek değişmez gereceğidir ölüm ve mutlak eşitliği sağlayan tek şey, yaşama dahil olmayan tek şey. Bir iz bırakarak geçip gitmektir önemli olan

Demek ki ölmek yetmez hatırlanmak ve anılmak da önemli. Ölenleri öldükleri için değil yaşadıkları ve bize yaşattıkları anlar için hatırlıyoruz çünkü... Anmak da yazmak gibi ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Yoksa her şey herkes geçip gider dünyadan, geriye ne kalır ki; bir hikâyeden ve bir hoş sedadan başka…

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları