Tarih:
13.02.2012
Silahlar Öcalanla Susabilir
Peki herşey yolunda giderken birden nasıl bu duruma gelindi?
Kürt meselsinde iki önemli manidar gelişme her zaman başrol oynadı: Biri, silahlar sustuğundan çözümün hemen hiç konuşulmuyor olmasıdır; ikincisi, barışa en yakın olunan zamanlarda birden hızlı bir dönüşle savaş tamtamlarının çalmasıdır. Şimdi maalesef ikincisinin eşiğinde kötü bir gidişata doğru sürükleniyoruz. Peki herşey yolunda giderken birden nasıl bu duruma gelindi? Bugünü daha iyi anlamak ve doğru bir gelecek perspektifi çizmek açısından geçmişe kısa bir göz atmakta yarar var.
Yüzyılı aşkın tarihi, siyasi, sosyal ve ekonomik arka planı olan Kürt meselesi en son 1938’de Dersim Hareketi ile sindirilerek susturulmuş, uzun yılar buzdolabına konulmuştu, ta ki 1968’lerde DDKO gençlik hareketi tekrar gündeme getirene kadar. Derken 1972 muhtırası oldu ve bu gençlerin çoğu tutuklandı, 1974 affı ile içerden çıkan çoğu DDKO üyesi Kürt gençlik liderleri o yıllarda kendi örgütünü ya da fraksiyonunu kurdu. 12 Eylül Darbesi bunların üzerinden silindir gibi geçerek hepsini ezdi, kimini öldürdü, kimini zindanlara attı kimi de kurtuluşu dışarıya kaçmada buldu. Ancak 1978 Kasımında Öcalan tarafından Lice’nin Fis köyünde kurulan PKK, 12 Eylül Darbesinin uygulamalarıyla küçülmek yerine daha da büyüdü. 1984 yılında PKK siyasi mücadelenin önünü açma gayesi ile silahlı mücadeleyi başlattığını ilan etti. Bu sürecin örgütlenmesiyle oluşan siyasi partiler HEP’ten BDP’ye birçok kez kapandı yerine yenileri açıldı ve üç kez parlamentoda temsil buldu. Süreci örgütleyen hareketin lideri Öcalan 1999 yılında yakalanınca kendisinin daha önce de dile getirdiği bir konsept değişikliğine gidildi. Bu değişikliğin iki önemli ayağı vardı: Bir, Leninist ve Stalinist örgütlemeyle birlikte Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan’dan vazgeçtiklerini, Demokratik Cumhuriyet istediklerini beyan ettiler. İki, sorunu artık silahla değil masada çözelim çağrıları yaptı Öcalan. Bu meyanda devlet de red ve inkârdan vazgeçtiğini, Kürt realitesini tanıdığını (1991, Demirel), asimilasyona son verdiklerini (Erdoğan, 2005-2010) dile getirdi ve “reddin reddi” sayılan TRT 6 kuruldu. Arada geçen zamanda karşılıklı birçok manevra yapıldı, ateşkesler ilan edildi, operasyonlar yapıldı, partiler kapatıldı, toplu tutuklamalar gerçekleşti ama bir türlü silahlar susmadı, acı ve gözyaşı dinmedi. İşte temel soru ve sorun da budur bugün: Silahların bir türlü susmaması. Peki bu nasıl sağlanacak? Bunun tek bir yolu var o da hareketin gerçek liderini devreye sokmaktır. Nihayet devlet uzunca bir direnmeden sonra bu noktaya gelmişti. İçrede bulunan Öcalan’la görüşmeye başladı ve bunu deklere etti.
12 Haziran seçimleri öncesi Öcalan’la Hükümet yetkilileri arasında bir diyalog başlamış bu diyalog Öcalan’ın deyişiyle müzakere sürecesine doğru hızla gidiyordu. Öyle ki Seçim öncesi PKK’nın 15 Temmuza kadar vermiş olduğu ateşkes tarihinin bu görüşmeler sonucunda hükmünün kalmadığı yani ateşkesin bir nevi süresiz biçimde uzatıldığı gene bizzat Öcalan tarafından açıklandı. Bu gelişmeler barış ve çözüm umutlarını bir anda tavan yaptırdı ve herkes beklemeye başladı. Zaman zaman çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayan görüşmeler üzerine Öcalan: “Bir yol ayrımında olduklarını, bu yolun sonunda ya demokratik süreç gelişecek ya da devrimci halk savaşı başlayacak” diyerek olabilecekleri ima ederek önemli bir uyarıda bulundu. Demokratik süreç için silahlı güçlerin dışarı çıkarılacağını, KCK davasının sonlandırılması gerektiğini ve bütün bu işleri görüşmek için bir Barış Konseyinin kurulacağını hatta bu sonuncusu konusunda anlaştıklarını belirti ve bunları başarabilmesi için sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme koşullarının gözden geçirilmesini talep etti. Bu gayet anlaşılabilir bir durumdu. Çünkü devlet Öcalan olmadan çatışabilirdi (nitekim öyle yaptı) ama Öcalan olamadan barış yapamazdı ve silahları susturamazdı. Benzer deneyimlerden görüldüğü üzere ne kadar denense denensin gerçek lider olmayan liderle yapılan müzakereler sonuç vermiyor. Öcalan’ın belirttiği ikinci yol ise görüşmeler kesilirse başlayacak olan devrimci halk savaşıydı. “Böyle bir süreç gelişirse savaş olur bu kez 50 bin değil 500 bin kişi ölür, 3000 değil 300 yüz bin kişi tutuklanır” diyerek kimilerinin tehdit saydığı uyarıyı yaptı.
Maalesef gelişmeler birinci yolun tıkandığını, ikinci yolun yürürlüğe konulmasının hazırlıklarının yapıldığını gösteriyor. Öcalan’ın müzakerelerden ve Barış Konseyinden bahsettiği bir zamanda Silvan saldırısı ve ayni gün BDP’nin “Demokratik Özerkliği” tek taraflı ilan etmesi, ipleri yeniden ve bu kez tümden kopardı. Bunun üzerine Öcalan hem devletin hem de örgütün kendisini taşeron olarak kullandığını, kendisini kullandırtmayacağını, o nedenle ardan çekildiğini ilan etti ve yukarıda belirtilen üç koşul yerine gelmeden tekrar sürece dahil olamayacağının altını çizdi.
Peki, Öcalan neden böyle bir karar aldı? Bence bunun iki nedeni var: Bir, yokluğunda varlığının değerini göstermek istedi. İki, bununla bağlantılı olarak Öcalansız savaşanların Öcalansız barışamayacaklarını ima etti. Peki Öcalansız silahlar susturulmayacağına göre İmralı’daki görüşmeler neden tıkandı? Kanımca tıkanmanın gerçek nedeni devletin Öcalan’ı sadece PKK konusunda kullanıp, Kürt sorunun çözümü konusunda muhatap almak istememesidir. Bu görüşümü Öcalan daha aradan çekildiğini beyan etmeden beş gün önce, 22 Temmuz 2011 Tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanan “Değişimin Sancıları, Kürt Sorunu ve Abdullah Öcalan” adlı makalede dile getirmiştim.
Devlet Öcalan’la Kürt meselesini de müzakere etmesi durumunda ona büyük bir meşruiyet ve güç kazandıracağını düşünüyor. Bunun için de iç içe geçtiği halde sürekli Kürt sorunu ayrı PKK sorunu ayrı diyor, bu iki sorunu bir birinden ayırmaya çalışıyor. “Ben Kürt sorunu konusunda bildiğim demokratik adımları atarım anma PKK ya gelir teslim olur (Öcalanlı ya da Öcalansız) ya da ben onunla tek ferdi kalıncaya kadar çatışırım” mantığını şimdi öne çıkarıyor.
Bir kere şunu belirtelim Silvan olayı sadece bahane arayan milliyetçileri harekete geçmekle kalmadı aynı zamanda Öcalan’ın girişimlerini de berhava etti. Hükümet ise bu gelişme üzerine hiddetle masadan kalktı ve büyük bir yanlışa sürüklenmek üzeredir. Yeniden özel tim öncülüğünde güvenlik konseptine geri dönmek, hatta kandile sefer düzenlemek çare değil. Bu, silahlı çatışmayı şehirlere taşımak, faili meçhulleri yeniden başlatmak, yeni bir kaos ve çatışma ortamı oluşturmak demek. Dahası, zaman ve kaynak kaybı olur. Kurtuluş Tayiz’in (2 Ağustos Taraf) belirttiği gibi şurası muhakkak ki Silvan Olayı Başbakanın yumruğunu masaya vurmasının meşruiyetini sağlıyor olabilir ama bu olay bile Başbakanın masadan kalkmasını asla haklı çıkarmaz, hele hele yeni bir savaşa girişmesini ise hiç haklı çıkarmaz. Çünkü barış süreci sancılı bir süreçtir. Her zaman her türlü provokasyona açıktır. Bu böyledir diye aklı bir kenara bırakıp duysal bir tepkime ile ayağa kalkmak savaş isteyenlerin, hatta bundan nemalananların ekmeğine yağ sürmek olmaz mı? Üstelik yeni çatışma, yeni ölümler (otuz yıllık çatışma deneyiminin gösterdiği gibi) sorunu çözmeyecek tam tersine gelecekte olası çözümü daha da zorlaştıracaktır. Çünkü ölüm ne kadar az olursa çözüm o kadar çok olacaktır. Tersi de geçerlidir maalesef.
O halde ne yapmak lazım? Bir kere bu hükümet öbür meselelerde, örneğin askeri vesayetin geriletilmesi konusunda, şaşırtıcı derecede cesur davranırken, Kürt Sorununun çözümü konusunda aynı cesareti gösteremiyor bir türlü. Oysa bu konuda cesur davranması için hem yeterli bir parlamento çoğunluğu hem de ülkenin her tarafından bu meselenin çözümü konusunda destek ve talep var. Dolayısıyla Kürt sorunu bugün artık iyi niyet, barış dilini kullanma ve empati yapmayla birlikte bir politik cesaret gösterme sorunu haline dönüşmüştür. İkinci önemli nokta da şudur. Bilindiği üzere bugüne kadar bütün savaşlar ve çatışmalar bir masa etrafında toplanılarak sona erdirilmiştir. Masada yer alacakların ise taraflarca kabul görmeleri önemedir. O yüzden hükümet, akan kanı durdurmak için Alper Görmüşün köşesinde vurguladığı gibi “Masasız barış, Öcalansız masa olmaz” formülasyonunu tekrar yürürlüğe koyabilir. Fakat gerçek şu ki genellikle oy ve gelecek hesaplarına dayalı kaygılar ve “milliyetçi tepkisi” tezi bunu engelliyor. Fakat bütün bunların bu gün akan kan, dökülen gözyaşı karşısında geçerliliği ve kıymeti harbiyesi yoktur, tabi eğer çözüm gerçekten isteniyorsa.
Başta hükümet olmak üzere bütün aktörlerin bu süreçte üstüne düşeni yapması, sağduyulu ve cesur davranması ve daha fazla kan akmadan bu sorunu çözmesi gerekir. PKK silahları sustururken, devlet operasyonları durdurmalı, AKP tekrar diyaloga girerken, BDP meclise gidip yemin etmeli başta yeni anayasa olmak üzere sorunların demokratik çözümüne katkı sunmalıdır. CHP de ana muhalefet partisi olarak bir köprü vazifesi üstlenmeli, MHP de süreçten dışlanmamalıdır. Bilinmeli ki bu sorunun çözümü birilerinin siyasi ikbalinden daha önemli ve acildir.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI