Tarih:
08.12.2012
Yönetimde meşruiyetin zemini ve AKP iktidarı
Ahmet Özer yazdı, ''Ben halkın iradesini temsil ediyorum siz nasıl bana karşı gelirsiniz demeye getiriliyor...''
“Bir meşru yönetimin temeli nedir?”,” “aslında hak ve yetki kimindir? soruları bizi subjektif değerlendirmelerden kurtarabilir. Biz de şimdi içinden geçtiğimiz süreci analiz etmek için bunlara cevap arayarak bazı sonuçlara ulaşabiliriz.Bilindiği üzere insanlar daha iyi yaşasınlar diye aileden başlayarak bazı hak ve yetkilerini kendilerini yönetecek olanlara kendi rızalarıyla devrederler. Örneğin ailede bir aile reisi bu sorumluluğu yüklenir, diğer fertler daha rahat ve gönençli yaşasınlar diye. Apartmanda yaşayan aile bireyleri apartman yönetimine bazı yetkileri devrederler daha temiz bir çevre daha güzel bir ortamda yaşasınlar diye. Aynı şekilde kentte yaşayan bireyler seçmen olarak bazı hak ve yetkilerini seçtikleri belediye başkanı ve meclis üyelerine devrederler. Ülkede milletvekillerine ve Millet Meclisi'ne devrederler, hatta dünyada da Birleşmiş Milletler'e kadar bu böyle sürer gider. Burada esas olan, hak ve yetkinin asıl sahibinin bireyler olduğudur. Ancak bazen geçici olarak bazı hak ve yetkileri devralan kimi yöneticiler bunu bir ayrıcalık ve üstünlük vesilesi olarak görüp kullanmaya çalışırlar ve bu güçlerini hak ve yetkinin asıl sahipleri üzerinde kullanmaya çalışırlar. İşte şimdi Türkiye'de karşı karşıya bulunduğumuz durum biraz buna tekabül ediyor.
Son zamanlarda iktidarın öncüleri ve onların emrindeki ilgili kurumlar giderek dozu artan ölçülerde milliyetçi bir söylemle, soyut milli irade kavramına sığınarak, polis copunu, biber gazını emekçiler, öğrenciler ve çalışanlar üzerinde kullanıyorlar. Bu da ister istemez yönetimin meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor. Çünkü demokratik bir yönetimi teokratik veya otokratik bir yönetimden ayıran en temel fark demokratik yönetimin halkın rızasına dayalı olmasıdır. Teokrasi Allah korkusuna (kutsala) dayanırken, otokratizm devletin ele geçirmiş olduğu zor tekelini kendi keyfine ve isteğine göre kullanarak kendine yaşam alanı sağlamaya çalışır.
Eğer bir rejimde yapılan bazı yasalara ve uygulamalara halk veya toplumun çeşitli kesimleri razı değilse bu itirazlarını demokratik yollardan dile getirme hakkına sahipler. Bunun için kurmuş oldukları sivil toplum örgütlerini harekete geçirmek ve seslerini yönetim erkini elinde bulunduranlara duyurarak yapılmasını istedikleri değişiklikler konusunda onlar üzerinde baskı kurmaya ve etkili olamaya çalışmak en doğal haklarıdır. Demokratik rejimlerde yönetenler bu seslere kulak verir, makul olanları yapar, yapılmayacakları da lisanı münasiple anlatarak yönetilenlerin rızasını oluşturmaya çalışır. Bunun aksine yönetici her şeyi ben bilirim, her şey benim istediğim biçimde olacak sapmasının içine düşerse, halk veya (toplumun belli kesimleri) bu tavra itiraz eder, o taktirde yönetici elit bu itirazları elindeki zor tekelini kullanarak muhalefeti susturmaya çalışırsa zorba rejimin kapısını açar. Böylece farkında olarak ya da olmayarak rejim sertleşir, polis devletine doğru yol alır ve otoriterleşmeye başlar. Şimdi meydanlarda yaşanan biraz bunu gösteriyor maalesef.
Bu durumda muhalefet ya geri çekilerek siner şimdi Türkiye'de sindiği gibi ya da sesini daha da yükseltir, Arap Baharında görüldüğü gibi. Her iki durumda da meşru yönetimler, halkları ile bir kavgaya girişmez, girişmemeliler. Çünkü demokrasilerde esas olan yönetenler değil, yönetilenlerdir. Ancak bu her zaman böyle olmaz, kendini halktan üstün gören otokratik zihniyetli yönetenler çevredeki rejimlerde görüldüğü gibi, önce tazyikli su, sonra gaz ve cop, ardından silah kulanmaya başlayarak muhalefet edenleri, seslerini yükseltenleri sindirmeye çalışır. Zorun dozajı yükseldikçe rejimin meşruiyeti azalır, meşruiyet azaldıkça baskı artar, kaosa giden kısır döngü böyle başlar. Bunun sonucunda ya bir korku toplumu yaratılır ya da yönetenler yönetemez duruma düşerek iktidarlarını halkın gücü karşısında kaybederler, Mısırda, Libya'da, Tunus'ta olan biraz budur.
Teşbihte hata olamaz ama son zamanlarda AKP iktidarının her alanda başvurduğu şiddet politikasını görünce bunlar geldi aklıma. Çünkü bu iktidar gün gittikçe baskı yapmakla kalmıyor baskı yapanları ödüllendiriyor. Uludere'yi bombalayan kuvvetlerin komutanına madalya veriliyor, Hrant Dink'i ölüme gönderen hakimi ülkenin baş denetçisi yapıyor, işkence iddiasıyla yargılanan polis şefini terfi ettiriyor, muhtırayı ben yazdım diyen generale zırhlı araş tahsis ediyor, vatandaşa takla attıran bakanları koruyor, ülkeyi dış politikada maddi ve manevi zarara uğratanları ödüllendiriyor vb. Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi de başbakanı kızdırdılar diye Mecliste onca dokunmazlık dosyası içinde sadece BDP’lilerinkini kaldırarak ülkeyi bir kaosa itiyor. Bu durum iktidarların meşrutiyetini azaltıyor. Meşrutiyet azaldıkça copun dozajı ve tek adam hakimeyeti artıyor. Pratikte bu yapılırken teoride de ben halkın iradesini temsil ediyorum siz nasıl bana karşı gelirsiniz demeye getiriliyor.
Başbakanın bu filleri meşrulaştırmak için sık sık milli irade kavramını kullanması bu yüzden. Birincisi milli irade soyut bir kavram, kimi temsil ettiği belli değil. İkicisi öyle olsa bile milli iradenin topyekun kendi iradesini Erdoğan’a devrettiğini nerden çıkarıyor? Demek ki yapılan aslında demokrasi adına bir iş yapmak değil kendi adına yaptığı işi milli iradenin üstüne yığarak işin içinden sıyrılmaktır.
Burada AKP hükumetinin karar vermesi gereken bir nokta var; ırk, din, dil, kültür, çıkar vb bakımından farklı kesimlerden oluşan Türkiye toplumunun bu farklılıklarını yaşatacak mı yoksa onları bastıracak mı? Bu sorunun cevabı önemli, çünkü bu iktidarın gerçek niteliğini ortaya koyacaktır. Farklılıkları yaşatma ve muhalefete tahammül etme çabası onu demokrasiye götürürken; demokrasi kılıfı altında da olsa farklılıkları ve muhalefet edenleri bastırma çabası onu ister istemez ceberut, baskıcı, otokratik bir yönetime yöneltecektir. Yıllarca muzdarip olduğu devletin yerine kendisi geçtikten sonra aynısını yapan hale gelecektir ki nitekim bunun çokça emaresi görülmeye başladı. Geçmişte herkesin şikayet ettiği ceberut devlet bu farklılıkları teke indirgemeye çalışan devlet değil miydi ki şimdi onu demokratikleşmek varken ona ulaştıktan sonar ona benzemeye çalışmanın kimseye bir yarar getirmediği benzer deneyimlerden sabit değil mi ?
Onun için bu dikotominin bir tarafında afra tafra üsten bakan öfkeli kibirli bir tavır madalyonun öbür yüzünde ise samimiyet ve empatinin yer aldığı demokrasi var. Hangisini seçecek? Bize lazım olan madalyonun ikinci yüzü, çünkü Türkiye yıllarca otoriteryanizmden çok çekti, şimdi ihtiyacı olan gerçek bir demokrasi.
Prof. Dr. Ahmet Özer
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları
DİĞER YAZILARI