Bir yeniden doğuş öyküsü olarak Cumhuriyet
Sinan Meydan; Kurtuluş Savaşı sırasında düşman, 830 köyü tümüyle, 930 köyü ise kısmen yakmıştı. Yanan bina sayısı 114 bin 408, hasar gören bina sayısı 11 bin 404’tü.
“Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” (Atatürk, 1936)
Bu Cumhuriyet, bize saraydan sultandan miras kalmadı. Bu Cumhuriyet, sarayın sultanın ağzına bakmadan Mustafa Kemal Atatürk’ün etrafında kenetlenerek kendi kaderini kendi eline alıp bu toprakları vatan yapan bu halkın Cumhuriyetidir; bu Cumhuriyet cumhurundur. Ve cumhur (halk); bütün gerici ve bölücü çığırtkanlıklara, 100. yıl coşkusunu gölgeleme çabalarına rağmen 100. yılında Cumhuriyetine sahip çıktı.
BİR YENİDEN DOĞUŞ ÖYKÜSÜ
Bizim Cumhuriyetimizin öyküsü, bir yeniden doğuş öyküsüdür.
Atatürk, 19 Ocak 1923’te İzmit’te halka şöyle sesleniyordu: “Memlekete bakınız! Baştan sona harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket kalplere acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok fakirdir, sefil ve çıplaktır.”
1923’te Cumhuriyet kurulurken aslında Türkiye hâlâ işgal altındadır; yıkımın, hastalığın, yokluğun, yoksulluğun, geri kalmışlığın, bağnazlığın ve cehaletin işgalidir bu…
OKUL VE YOL YOKTU
Kurtuluş Savaşı sırasında düşman, 830 köyü tümüyle, 930 köyü ise kısmen yakmıştı. Yanan bina sayısı 114 bin 408, hasar gören bina sayısı 11 bin 404’tü.
Nüfusun yaklaşık yüzde 80’i kırsalda, köylerde yaşıyordu. Ülke genelindeki 40 bin köyün 37 bininde ne okul ne öğretmen ne yol ne dükkân vardı.
Ülke genelinde yeterli düzeyde ve işlevsel bir karayolu ve demiryolu ağı yoktu. Ülkede az çok kullanılabilir durumda yaklaşık 2500 km’lik karayolu vardı. Ülkede özellikle Ege Bölgesi’nde yoğunlaşan, Ankara’nın doğusuna, Orta ve Doğu Anadolu’ya uzanmayan yaklaşık 4 bin km’lik demiryolu ağının neredeyse tamamı ayrıcalıklı yabancı şirketlerin elindeydi. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkede son yüzyıllarda denizcilik de gerilemişti. Kabotaj hakkının olmaması büyük bir eksiklikti.
HASTALIK ÇOK DOKTOR YOKTU
Yaklaşık 10 milyonluk Türkiye’de sadece 344 doktor, 434 sağlık memuru, 136 diplomalı ebe vardı. Çok az şehirde eczane vardı. Toplam eczacı sayısı, çoğu yabancı olmak üzere 100’ü bulmuyordu. Ülkede yeterli hastane, hastanelerde yeterli yatak yoktu. Buna karşın halkın yaklaşık yüzde 65-70’i sıtma, frengi, tifüs, trahom gibi salgın hastalıkların pençesindeydi. Bebek ölüm oranı yüzde 60’tan fazlaydı. Sadece insanlar değil hayvanlar da hastaydı; örneğin, sığır vebası çok yaygındı.
Ülkede telefon, motor, makine ve otomobil sayısı çok azdı. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük kentlerde vardı.
EKONOMİ ÇOK ZAYIFTI
Kapitülasyonlar ve Düyunu Umumiye kıskacındaki Türkiye ekonomik olarak tamamen dışa bağımlıydı. Ülkede yerli üretim çok azdı. Neredeyse bütün sanayi ürünleri ithal ediliyordu. Un, şeker, kumaş, kâğıt, hatta kiremit bile yurtdışından alınıyordu. Ülkedeki toplam 281 sanayi işletmesinin sadece yüzde 9’u devlete aitti. Bu işletmelerdeki emek ve sermayenin sadece yüzde 15’i Türklerindi; yüzde 85’i yabancıların ve azınlıklarındı. Osmanlı’dan Cumhuriyete Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri olmak üzere dört fabrika kaldı.
Ülkenin sanayi işletmeleri, demiryolları, limanları, bankaları, elektrik ve su işletmeleri gibi yerüstü kaynakları yanında, ülkenin yeraltı kaynakları, madenleri de yabancıların elindeydi. Ayrıcalıklı yabancı şirketler çok avantajlı işletme sözleşmeleriyle Türkiye’de çeşitli yatırımlara sahipti.
Ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 80’i tarımla uğraşmasına rağmen tarımsal üretim çok azdı. Ziraat mühendisi yok gibiydi. Tarım ilkel yöntemlerle yapılıyordu. Doğuda ağalık düzeni vardı. Köylü topraksızdı; köylünün sabanı ve öküzü bile yoktu. Köylünün toprağa, tarımsal bilgiye, uygun krediye, tarım araç gereçlerine, tohuma ve fidana ihtiyacı vardı.
Cumhuriyet kurulurken Türk toplumu bir bilgi-sanayi toplumu değil, bir din-tarım toplumuydu.
EĞİTİM YETERSİZDİ
Okul çağındaki çocukların sadece dörtte biri okula gidebiliyordu. 40 bin köye sahip Türkiye’de 4 bin 894 ilkokul vardı. Bu ilkokullarda 341 bin 941 ilkokul öğrencisi okuyordu. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul vardı. Bu ortaokullarda sadece 5 bin 905 öğrenci okuyordu. Tüm ülkede sadece 23 lise vardı. Bu liselerde sadece 1241 öğrenci okuyordu. Ayrıca ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmen sayısı da çok yetersizdi.
Medreseler askerden kaçma yeriydi. 1923 yılında ülke genelinde 479 medrese vardı. Bu medreselerde 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Bu öğrencilerin sadece 6 bin kadarı medreselere devam ediyordu, 12 bin kadarı ise sadece kayıt yaptırmış ama devam etmiyordu. Türkiye’de yüksek lise görünümünde sadece bir üniversite (Darülfünun) vardı. Fotoğraf çektirmeyi, dans etmeyi günah olarak gören bir üniversite; Harf Devrimi yapıldığında bazı hocalarının “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım!” dedikleri bir üniversite… Ülkede Darülfünun dahil sadece dokuz yüksekokul vardı. Bunların toplam öğrenci sayısı da 3 bin kadardı.
1927 nüfus sayımına göre halkın yaklaşık yüzde 90’ı okuma yazma bilmiyordu. Ülkede yaygın bir cehalet vardı.
KADININ ADI YOKTU
Türk kadını, yüzyıllar içinde özgürlüğünü kaybetmişti. Osmanlı’nın son dönemlerindeki kadın hareketine ve kadınlara yönelik bazı iyileştirmelere rağmen cumhuriyet ilan edilirken kadın, toplumda her bakımdan ikinci sınıftı. Kadın ailede, evde, okulda, işte, mecliste, sokakta erkekle eşit değildi. Okuyan kız çocuklarının, meslek sahibi olan ve istediği işte çalışabilen, bilimle, sanatla, sporla uğraşan kadınların sayısı çok azdı.
TARİKATLAR CEMAATLER ETKİNDİ
Topluma tarikatlar ve cemaatler yön veriyordu. Doğuda ağalık düzeni vardı. Buralardaki halk aşiret reislerinin ağzına bakıyordu. Din istismarı çok yaygındı. Din ve devlet iç içeydi. Osmanlı modernleşmesine rağmen cumhuriyet ilan edilirken Türkiye’de siyaset, hukuk, eğitim büyük oranda hâlâ dinle şekillendirilmiş durumdaydı.
Hukuk, anayasa, medreseler, takvim, saat, ölçüler, hafta sonu tatili, kılık kıyafet çağa uymuyordu.
ANADOLU UNUTULMUŞTU
Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca Anadolu’yu fazlaca ihmal etmişti. Osmanlı Anadolu’yu, daha çok asker ve vergi kaynağı olarak görmüştü. 15. yüzyıldan itibaren Türklerin merkezden çevreye itilmesiyle Türklerin dili Türkçe de merkezden çevreye itilmişti. Türkçe, bu dilinin yapısına hiç uymayan Arap harfleriyle yazılmaya çalışılmış ve yüzyıllar boyunca Arapça ve Farsça baskısı altında öz güzelliğini kaybetmekle karşı karşıya kalmıştı. Uzun yıllar boyunca bilim ve edebiyat dili olarak kullanılmayan Türkçe, ancak halk arasında yaşama şansı bulabilmişti.
Tanzimattan beri devam eden yeniliklere rağmen “kul”un yurttaşa, “ümmet”in millete dönüşümü gerçekleşmemişti.
CUMHURİYETİN AYDINLANMASI
Cumhuriyet, saray saltanatına, sultana dinsel dokunulmazlık kazandıran halifeliğe son verdi. Böylece Türkiye’de ulusal egemenliğin önündeki kayıt ve şart (saltanat ve hilafet) kaldırılıp egemenlik asıl sahibine, ulusa verildi.
Atatürk, cumhuriyeti sadece “egemenliği kayıtsız şartsız millete veren” bir siyasi rejim olarak değil, aynı zamanda bir medeniyet (uygarlık) projesi olarak kurdu. Sistemin temeline, “ulusal egemenlik” yanında “özgür aklı” ve “pozitif bilimi” yerleştirdi. Bunun için laikliğe ihtiyaç duydu. Çünkü ancak laik bir devlette egemenlik gerçekten ulusun olabilirdi. Ancak laik bir ülkede aklın özgürleşmesinden söz edilebilirdi ve ancak laik bir ortamda pozitif bilim gelişebilirdi.
Laik Cumhuriyet, bir “ulus devlet” olarak doğdu. Bunun için Osmanlı tebaası Cumhuriyet yurttaşına, İslam ümmeti içindeki Türk yurttaşları da Türk milletine dönüştürüldü. 1924 Anayasası 88. maddede “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denildiği” belirtildi. Cumhuriyetin yurttaşları hep birlikte Türk ulusunu oluşturdu.
Cumhuriyet her şeyden önce laiklikle aklı özgürleştirdi. Atatürk, Türkiye’yi özgür aklın rehberliğinde pozitif bilimle çağdaşlaştırmak istedi. Bu doğrultuda bir taraftan çağa uymayan eskimiş kurumlara son verilirken, diğer taraftan yeni ve çağdaş kurumlar kuruldu.
Cumhuriyet, akılcı, bilimsel, karma, ulusal, yaygın bir eğitim öğretim sistemi kurdu.
Cumhuriyet, kadınlara medeni ve siyasi haklarını verdi. Böylece Türk kadını ailede, evde, okulda, işte, mecliste, kısacası toplumsal ve siyasal hayatta kendine yer bulabildi.
Cumhuriyet, Türkiye’nin kendi kendine yetmesini sağlayacak bir ekonomik sistem kurdu. Cumhuriyet, 15 yılda ülkeyi demir ağlarla ördü.
Cumhuriyet, her şeyden önce insan sağlığına büyük önem verdi; bu kapsamda hastaneler, enstitüler kuruldu, salgın hastalıklarla mücadele edildi.
Türkiye’nin birçok yerinde müzeler, kütüphaneler açıldı. Bilime, kültüre, sanata ve sanatçıya önem verildi. Yurtdışına öğrenci gönderildi. Antropoloji, dil ve tarih çalışmaları yapıldı. TDK ve TTK, ADTCF kuruldu. Türkçenin öz güzelliği ve zenginliği ortaya çıkarıldı. Cumhuriyet bizi tarihimizden koparmadı, tam tersine Türk tarihini, Cumhuriyetin yetiştirdiği tarihçiler yazdı.
Cumhuriyetimiz, bağımsızlığa saygıyı esas alan barışçı bir dış politika izledi. 1923’ten bugüne şimdilik kesintisiz yüzyıllık barışı Cumhuriyetimize borçluyuz.
Cumhuriyetimizin 100. yaşını coşkuyla kutlamakta o kadar haklıyız ki! Çünkü ulusça, özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, ulusal egemenliğimizi, yurttaş olabilmeyi, aklımızı kullanabilmeyi, kadınlarımızın temel haklarını ve şimdilik 100 yıldır devam eden kesintisiz barışı; kısacası Türkiye’de uygarca, insanca yaşayabilmeyi bu laik Cumhuriyete borçluyuz.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları