Kuruluş ayarlarına dönmek
Sinan Meydan; Kurucu felsefenin şekillendirdiği kuruluş ayarları, Atatürk’ün 6 ilkesinde, CHP’nin 6 okunda cisimleşmiştir. Bunlar 1937’de anayasaya da giren Cumhuriyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Milliyetçilik, Devletçilik ve Devrimcilik (İnkılapçılık)” ilkeleridir.
Eğer kurucu felsefenin bir şifre anahtarı olsa o, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözü olurdu.
Seçim sonrasında sıkça “kuruluş ayarlarına dönmek” ifadesini duymaya başladık. Önce CHP’nin, sonra Türkiye’nin kuruluş ayarlarına dönmesinden söz ediliyor. Peki ama kuruluş ayarlarına dönmek ne demektir? “Kuruluş ayarlarına dönmek” için her şeyden önce kurucu aklı (Atatürk’ü), kurucu felsefeyi ve -Atatürk’ün dinamik devrim anlayışı çerçevesinde kurucu felsefenin evrimini iyi bilmek gerekiyor.
Kuramsal çerçeve
Öncelikle “kuruluş ayarlarına dönmek” bazılarının sandığı gibi -anakronik bir yaklaşımla 2020’lerden, 1920’lere ve 1930’lara dönmek değildir. Kuruluş ayarlarına dönmek, kurucu felsefeyi dikkate alarak, kurucu köklerden beslenerek “geleceğe yönelmektir”; Atatürk’ün deyişiyle “milli kültürümüzü muasır (çağdaş) medeniyetler düzeyinin üstüne çıkarmayı” amaçlamaktır.
Eğer kurucu felsefenin bir şifre anahtarı olsa o, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözü olurdu. Kurucu felsefenin özünde “özgür akıl” ve “pozitif bilim” vardır. Bu nedenle kurucu felsefe asla “donmuş ve kalıplaşmış bir doktrin” değildir.
Kurucu felsefenin şekillendirdiği kuruluş ayarları, Atatürk’ün 6 ilkesinde, CHP’nin 6 okunda cisimleşmiştir. Bunlar 1937’de anayasaya da giren Cumhuriyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Milliyetçilik, Devletçilik ve Devrimcilik (İnkılapçılık)” ilkeleridir.
Kurucu felsefeyi biçimlendiren “Atatürkçü Düşünce”nin dört temel ayağı vardır:
1- Emperyalizme ve emperyalizmin her türlü kapitalist baskısına karşı “tam bağımsızlık”.
2- Bağnazlığa, cehalete, her türlü geri kalmışlığa karşı “özgür akıl” ve “pozitif bilim” rehberliğinde “laik dünya görüşü” çerçevesinde “çağdaş uygarlık”.
3- Saray saltanatı başta olmak üzere her türlü kişisel otoriteye karşı “ulusal egemenlik” “laik cumhuriyet” ve şartlar olgunlaşınca “demokrasi”.
4- Paylaşım savaşlarına, içeride ve dışarıda barışı tehdit eden kişilere ve yapılara karşı “Yurtta barış dünyada barış”.
Tam bağımsızlık
Atatürk’ün mücadelesi “tam bağımsızlık” mücadelesidir. Atatürk, 1921’de tam bağımsızlığı şöyle tanımlamıştı: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s. 27)
Atatürk’ün önderliğinde emperyalizme ve yerli yabancı işbirlikçilerine karşı kazanılan Kurtuluş Savaşı bir “tam bağımsızlık” savaşıdır. İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da cephelerde kazanılan “bağımsızlık”, Lozan’da masa başında “siyasi”, “ekonomik”, “hukuki” ve “kültürel” bağımsızlıkla taçlandırılmış, böylece “tam bağımsızlık” elde edilmiştir.
Atatürk, tam bağımsızlığın temelinde “ekonomik bağımsızlık” olduğunu belirtmiştir. Örneğin, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında, “Burasını esir ülkesi yaptırmayız” dedikten sonra “Tam bağımsızlığı sağlayabilmek için tek gerçek güç, en güçlü temel kesinlikle ekonomidir” demişti. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırılarak ekonomik bağımsızlık sağlandı. 1923-1929 arasında ekonomide özel teşebbüsün, 1930’dan itibaren planlı devletçiliğin esas alındığı Karma Ekonomi Modeli benimsendi. Özellikle planlı devletçi dönemde dünya ölçeğinde bir ekonomik kalkınma gerçekleştirildi. Fabrikalar, bankalar, yerli şirketler kuruldu, yeni demiryolları yapıldı. Üretim arttı, ihracat-ithalat dengesi sağlandı. Paranın değeri korundu. Türkiye pek çok alanda kendi kendine yeten bir ülke haline geldi. Bu başarı ekonomik bağımsızlıkla sağlandı.
Çok uluslu Osmanlı Devleti’nde “ümmet bilinci” içinde “kul” statüsünde, ayrıcalıklı azınlıkların gölgesinde kendi dillerini kullanmakta ve kendi kültürlerini yaşatmakta zorlanan, uzun yıllar boyunca devlet kademelerinden dışlanan Türkler, laik cumhuriyetin özgür ve eşit yurttaşları haline geldi. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin “özgür” ve “eşit” yurttaşları din ve ırk farkı olmaksızın hep birlikte “Türk Milleti”ni oluşturdu. (1924 Anayasası 88. madde)
Laik Cumhuriyet, yüzyıllarca Arapça ve Farsçanın baskısı altında yok olmaya yüz tutan Türkçeyi kurtardı. Türk tarihini, hanedan tarihinin darlığından kurtarıp eski kökleriyle buluşturdu. Türk ulusunun kendi dilini kullanması ve kendi tarihini tanıması için bilimsel çalışmalar yaptı.
Sonuç olarak “Türk Milleti” kendi ulusal kimliğiyle, kendi adıyla, sanıyla, hukukuyla, diliyle ve tarihiyle kültürel bağımsızlığına sahip oldu.
Atatürk’ün hukuk, takvim, saat, ölçü, kılık kıyafet, yazı vb. devrimleri “kültürel bağımsızlığa” aykırı “Batılaşama” ve “yabancılaşma” olarak değerlendirilemez. Çünkü bütün bu devrimler ortak insan aklının eseri çağdaş uygarlık ürünleridir. Çağdaş hukuk, Miladi takvim, çağdaş kılık kıyafet, Latin kökenli yazı vb. sadece Batı’nın malı değildir; bütün bunlar ve daha fazlası yüzyıllar içinde biçimlenmiş ortak uygarlık eserleridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, yüzyılın başında insanlığın ortak ve çağdaş uygarlık birikimine yönelmesi “Batılılaşma” değil, Atatürk’ün ifadesiyle muasırlaşmadır (uygarlaşmadır.)
Çağdaş uygarlık
Kurucu felsefenin hedefi çağdaş uygarlıktır. Laik Cumhuriyetin yüzü Doğu’ya veya Batı’ya değil “çağdaş uygarlığa” dönüktür.
Atatürk şöyle demişti:
“Milletimizin hedefi tam anlamıyla medeni bir toplum olmaktır. Çünkü dünyada bir milletin varlığının değer, özgürlük ve bağımsızlık hakkı sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser yaratmak yeteneğinden yoksun olan milletler özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdur. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileriye değil geriye bakmak bilgisizliğini ve ihtiyatsızlığını gösterenler genel medeniyetin coşkun seli altına boğulmaya mahkûmdurlar.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.16, s. 288) Görüldüğü gibi Atatürk, “özgürlük” ve “bağımsızlık” ile “medeniyet” arasında bağ kurarak özgürlüğü ve bağımsızlığı korumak için medeni eserler yaratmak gerektiğini belirtmiştir.
Kurucu felsefeye göre çağdaş medeniyetin anahtarı akıl ve bilimdir. Atatürk’e göre “her şeyin kaynağı insan zekâsıdır.” Ona göre “aklın ve mantığın çözümleyemeyeceği mesele yoktur.” (Kocatürk, s. 390)
Atatürk, her fırsatta bilime vurgu yapmıştı. Örneğin, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere şöyle seslenmişti: ”Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır...” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.17, s.44)
Kurucu felsefe, özgür aklın kılavuzluğunda pozitif bilime yönelmeyi esas almıştır. Bir dintarım toplumunda aklın ve vicdanın özgürlüğü için laikliğe ihtiyaç vardır. Bu nedenle Atatürk’ün yaptığı devrimlerin neredeyse tamamı laik karakterlidir. Kurucu felsefenin “akılcı” ve “bilimsel” yapısının dayanağı laikliktir.
Atatürk’ün bütün devrimleri “özgür akıl” ve “pozitif bilim” temellidir. Kuruluş ayarlarına dönmek her şeyden önce özgür aklın kılavuzluğunda pozitif bilimle çağdaş uygarlığa yönelmeyi gerektirir.
Ulusal egemenlik, cumhuriyet, demokrasi
Saltanattan cumhuriyete geçilirken Türkiye Batılı anlamda bir demokratik altyapıya sahip değildi. 1923’te cumhuriyet ilan edilirken Türkiye, nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i köylerde yaşayan, bir dintarım toplumuydu. Halkın yüzde 95’i okuma yazma bilmiyordu. “Kulluğun” ve “biat” kültürünün esas olduğu aydınlanmamış bir din-tarım toplumunda kısa sürede çok partili demokrasiyi kurmak olanaksızdı. 10 yıllık meşrutiyet tecrübesi, demokrasi zeminini yeterince sağlamlaştırmamıştı. Bu nedenle önce “egemenliğin kaynağını değiştirmek”, sonra da “demokrasinin altyapısını hazırlamak” gerekiyordu. Atatürk, meclisi açarak, saltanatı, hilafeti kaldırıp cumhuriyeti ilan ederek, tarikatları ve cemaatleri kapatarak, bir siyasal parti kurarak, kadınlara siyasal haklar vererek altyapıyı hazırladı. Gerçek demokrasi için her şeyden önce ümmet bilincine sahip sarayın kullarını, ulus bilincine sahip özgür bireylere dönüştürmek gerekiyordu. Atatürk önce bu dönüşümü sağlayacak devrimleri yaptı. Gerçek demokrasi için dinin ve ordunun siyasetten ayrılması gerekiyordu. Atatürk, dini ve orduyu siyasetten ayırdı. Gerçek demokrasi için özgür düşünceye ihtiyaç vardı. Bunun için aklın zincirlerini kırmak gerekiyordu. Atatürk, yaptığı laik devrimlerle aklın zincirlerini kırıp “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yaratmaya çalıştı. Gerçek demokrasi için önce insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması, yaygın cehaletin yenilmesi gerekiyordu. Bunun için eğitimden sağlığa, ekonomiden kültür sanata birçok yenilik yapıldı.
Ayrıca 1920’lerde ve 1930’larda dünyada gerçek demokrasiye sahip ülke sayısı çok azdı. Örneğin dünyada 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet vardı. Bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştü. 1918-1939 arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik kurumları işleyen ülke sayısı Avrupa’da 5, Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10’du. (Fabio L. Grassi, Atatürk, Çev. Eren Yücesin Canday, İstanbul, 2009, s. 9)
Atatürk, zamanı gelince Türkiye’de çok partili demokratik düzenin kurulmasını istiyordu. Bunu birçok defa açıkça ifade etmişti. Örneğin, 13 Temmuz 1923’te The Saturday Evening Post yazarı İsaac F. Marcosson’a, “Emperyalizm ölüme mahkûmdur… Demokrasi insan ırkının ümididir” demişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.16, s.37) 1930’da hazırladığı ve liselerde okutulan Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında da demokrasinin öneminden söz etmiş; “Artık bugün demokrasi daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci yüzyıl, birçok baskıcı hükümdarın bu denizde boğulduğunu görmüştür” diye yazmıştı.
Atatürk, kişi otoritesine zemin hazırlayacağını düşündüğü için “başkanlık sistemine” de sıcak bakmamış, Amerikan sistemini uygulamayı hiç aklına getirmediğini belirtmişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 24, s. 282)
Kurucu felsefenin ideal rejimi demokratik cumhuriyettir. Bu nedenle kuruluş ayarlarına dönmek, tek partili düzene dönmeyi değil, meclis üstünlüğünü benimsemeyi, cumhuriyeti gerçek demokrasiyle taçlandırmayı gerektirir.
Barış
Kurucu felsefenin özünde “barış” vardır. Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” sözü içeride ve dışarıda barışın sağlanmasını ve korunmasını amaçlayan bir politikanın yansımasıdır.
Atatürk, gerçek barışın emperyalizme ve sömürüye karşı tam bağımsızlıkla mümkün olacağını belirtmişti. Örneğin, 31 Ocak 1923’te “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır” demişti. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 2, s. 93)
Kurucu felsefeye göre gerçek barış için önce emperyalizme karşı bağımsızlık kazanmak, sonra da bağımsız devletlerin barışı korumak için kendi aralarında güç birliği yapması, uluslararası teşkilatlar kurması gerekir.
***
Sonuç olarak “kuruluş ayarlarına dönmek”, emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesi vermeyi, ulusal birlik bütünlüğü korumayı, kendi köklerinden beslenmeyi, kendi ayakları üstünde durmayı, aklın ve bilimin rehberliğinde laik bir dünya görüşüyle çağdaş uygarlığa yönelmeyi, “kayıtsız şartsız ulusal egemenliği” savunmayı ve “yurtta barış dünyada barış” için çalışmayı gerektirir.
Not: Ayrıntılar için 2013 yılında çıkan “1923, Kuruluş Ayarlarına Dönmek” adlı kitabıma bakılabilir.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları