Türkiye’de Eğitimde Devrim ve Karşıdevrim (2): Öğretimin birleştirilmesi
Sinan Meydan; Atatürk, 8 Nisan 1923’te Halk Partisi’nin “9 Umde/ İlke” programını yayımlamıştı. 9 İlke’nin eğitim-öğretim bölümünde “öğretimin birleştirileceği” belirtiliyordu.
100 yıl önce Cumhuriyeti kuranların temel amacı Türkiye’yi çağdaşlaştırmaktı. Türkiye’nin çağdaşlaşması için her şeyden önce yaygın cehaleti yenmek, laik-ulusal bir eğitim-öğretim sistemiyle “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” çağdaş nesiller yetiştirmek gerekiyordu. Bunun için de önce öğretimin birleştirilmesi şarttı.
Osmanlı’nın dağınık öğretim sistemi
Cumhuriyet öncesinde Osmanlı eğitim-öğretim sistemi dağınık, parçalı bir görünümdeydi. Medreselerde ve mahalle mekteplerinde eski tarz, dinsel-geleneksel eğitim-öğretim verilmeye devam ediliyordu. Sonradan açılan Rüşdiye ve İdadi gibi orta öğretim kurumlarında da dinsel öğretim ağırlık kazanmaya başlamıştı. Batı’ya ayak uydurmak için açılan Tıbbiye ve Harbiye gibi yeni okullarda Batılı bir öğretim sistemi uygulanıyordu. Devlet denetiminden uzak çeşitli azınlık okullarının ve yabancı okulların sayısı her geçen gün artıyordu. Ziya Gökalp bu dağınık haldeki Osmanlı eğitim-öğretim sisteminin “kozmopolit” olduğunu belirtmişti. Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında Türkiye’de “halk, medreseliler ve okullular” diye 3 ayrı grup olduğunu öne sürerek “Bu 3 eğitim yöntemini birleştirmek” gerektiğini yazmıştı.
1916 yılında İttihat ve Terakki Partisi kurultayına sunulan bir rapora göre ilköğretimde birliğin çok önemli olduğu belirtilerek vakıf okullarının Maarif Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı’na) bağlanması önerilmişti. Fakat bu plan savaş nedeniyle uygulamaya geçirilememişti.
Atatürk’ün ulusal eğitim kararı
Atatürk, 16 Temmuz 1921’de Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da topladığı Maarif Kongresi’ni açarken o zamana kadar izlenen eğitim-öğretim yöntemlerinin gerilememizin en önemli nedeni olduğunu belirtmişti. “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen bütün etkilerden tamamıyla uzak, milli karakterimize ve tarihimize uygun bir eğitim siyasasının uygulanması gerektiğini” söylemişti. Böylece Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında ulusal eğitime yönelme kararlılığını dile getirmişti.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra, 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere yaptığı konuşmada da yeni eğitim-öğretim sisteminin temel ilkelerini “toplumsal yaşamımızın gereklerine uyması” ve “çağın gereklerine uyması” olarak açıklamıştı.
Milli Eğitim Andı ve milli ahlak
8 Mart 1923’te Maarif Bakanı İsmail Safa Uzer bir eğitim genelgesi yayımladı. M. Rahmi Balaban’ın “Maarif Misakı” (Eğitim Andı) adını verdiği genelgenin ikinci bölümünde milli eğitimin amaçları şöyle sıralanıyordu:
1- Ulusal duygular güçlendirilmeli.
2- Yeni kuşaklar çalışma ve üretici olma düşünceleriyle yetiştirilmeli.
3- Çağdaş dünyada milliyetçi, uygar ve insancıl (hümanist) ülküler taşımalı.
Eğitim Andı’nda “Ahlak Eğitimi” konusunda şu çarpıcı görüşe yer verilmişti: “Toplum yaşamında, dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan gerçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” 1923’te yapılan bu “ahlak” tanımı, Cumhuriyeti kuranların ahlakı sadece “dinsel” bir kavram olarak algılamadıklarını, son derece bilimsel ve çağcıl bir yaklaşımla ahlakı kişisel özgürlük ile toplum ve devlet düzeni arasındaki uyumda aradıklarını göstermektedir. Cumhuriyetin kurucu felsefenin bu ahlak anlayışı çerçevesinde E. Durkheim’den yapılan çeviriler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bastırıldı. Bunlardan, H. Cahit Yalçın’ın, “Ahlak Terbiyesi” adıyla çevirdiği “L’Education Morale”de şöyle denilmektedir: “Çocuklarımıza okullarımızda salt ‘laik bir ahlak eğitimi’ vermeyi kararlaştırdık. Bununla gözetilen anlam (…) özetle salt akla dayalı bir eğitimden ibarettir.” (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, (Birinci Bölüm), Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923- 1938), Ankara, 2005, s. 67)
Cumhuriyetin kurucu felsefesinin “salt akla dayalı eğitim” projesi, Atatürk’ün düşünce dünyasının bir yansımasıdır.
Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
“Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyetler için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri,(ATABE), C. 17, s. 44)
Atatürk, aynı konuşmasında “terbiyenin” (eğitimin) de mutlaka “milli (ulusal) terbiye” olması gerektiğini de şöyle ifade etmişti:
“Terbiyedir (eğitimdir) ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder… Terbiyenin hedefleri ve maksatları çeşitlilik gösterir. Mesela dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye… Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni nesle vereceği terbiyenin ‘milli terbiye’ olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri üzerinde durmayacağım… Milli terbiye ile geliştirilmek, yükseltilmek istenilen genç beyinleri, bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali, lüzumsuz şeylerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak lazımdır…” (ATABE, C.17, s. 47) Dolayısıyla Atatürk’ün kafasındaki “milli terbiye” (milli eğitim) laik karakterlidir.
Atatürk’e göre “salt akla dayalı eğitim” milli eğitimdir. Milli eğitim; tüm ülkedeki eğitimin akılcı, bilimsel, laik ve ulusçu çizgide birleştirilmesiyle mümkündü. Bunun için 1924’te eğitim-öğretim birleştirildi.
Öğretimin birleştirilmesi
Atatürk, 31 Ocak 1923’te İzmir’de medreseler hakkındaki bir soru üzerine, eğitim-öğretimin birleştirilmesi gerektiğini söylemişti: “Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek aynı biçimde oradan çıkmalıdır” demişti.
Atatürk, 8 Nisan 1923’te Halk Partisi’nin “9 Umde/ İlke” programını yayımlamıştı. 9 İlke’nin eğitim-öğretim bölümünde “öğretimin birleştirileceği” belirtiliyordu.
Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında da “Millet kamuoyunda beliren eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin vakit kaybetmeksizin uygulanması gereğini gözlemliyoruz” demişti.
Ertesi gün, 2 Mart 1924’te toplanan Halk Partisi grubunda halifelik, Şeriye ve Evkaf (Din ve Vakıflar) ile Erkânı Harbiyei Umumiye (Genelkurmay) bakanlıklarının kaldırılması hakkındaki yasa önerisi kabul edildi. Daha sonra Saruhan (Manisa) Milletvekili Vasıf (Çınar) ve 57 arkadaşının önerdiği “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” görüşülmeye başlandı. Yasanın gerekçesinde “Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir; iki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır…” deniliyordu.
Halk Partisi grubunda görüşülüp kabul edilen bu önerge, ertesi gün, 3 Mart 1924’te TBMM’de görüşüldü.
3 Mart 1924’te önce 429 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun” kabul edilerek Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâleti de kaldırılıp Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. 431 sayılı kanunla da halifelik kaldırılacaktı.
Daha sonra 430 sayılı Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu kabul edildi. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün okullar Maarif (Eğitim) Bakanlığı’na bağlandı. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nca veya özel vakıflarca kurulup yönetilen bütün medreseler ve okullar ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı Darüleytamlar (Yetimevleri), Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri ortaokul ve liseler (Rüştiye ve İdadiler) Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bir yıllık uygulama sonrasında yasanın 5. maddesinde bir değişiklik yapılacaktı. 22 Nisan 1925 tarihli bir yasayla askeri ortaokul ve liseler, Eğitim Bakanlığı’ndan alınıp yeniden Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktı.
Yasanın 4. maddesine göre Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirmek için üniversite bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kuracaktı. Ayrıca imamlık, hatiplik gibi din hizmetlerini görecek memurları yetiştirmek için de okullar (imam-hatip okulları) açılacaktı. 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi açıldı. Değişik il merkezlerinde de 29 imam-hatip okulu açıldı. (Recai Doğan, “Din Eğitimi”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü, Atatürk Dönemi, 1920-1938, Ankara, 2009, s. 476-481)
Medreselerin kapatılması
Tevhidi Tedrisat Kanunu ile medreseler önce Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Sonra da Eğitim Bakanlığı medreseleri kapattı. Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar) Bey, 11 Mart 1924’te medreselerin kapatılması için emir verdi. Vasıf Bey, kapatılan medreselerin yerine ilköğretim okulu yapılacağını, medrese öğrencilerinin –yaşları uygun olanların- ilkokullara ve liselerin ilkokul bölümlerine kaydedileceğini, medrese hocalarının da ilkokullarda “ulumu diniye” öğretmeni olabileceklerini söyledi.
1924 yılında Türkiye’de toplam 479 medrese vardı. Bu medreselere 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Buna karşın aynı dönemde ortaokullarda 7 bin, yükseköğretimde 3 bin öğrenci kayıtlıydı. Eğitim Bakanı Vasıf Bey’in verdiği bilgiye göre medreselere kayıtlı bu 18 bin öğrencinin 6 bin kadarı okula devam ederken, 12 bin kadarı okula devam etmemekteydi.
Medreseler kapatıldıktan sonra Atatürk, Rize’de kendisine dilekçe ile başvuran iki müftüye şöyle demişti: “Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır! Medreseler açılmayacaktır.” Arkasından da “Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” diye de eklemişti. (Belleten, 211, s. 1169)
Anayasaya aykırı
Atatürk, 99 yıl önce “Tevhidi Tedrisat Kanunu” ile öğretimi birleştirdi. Bütün okulları Eğitim Bakanlığı’na bağladı. Medreseleri kapattı. Dinsel-mezhepsel eğitim yerine, akla ve bilime dayalı çağdaş-ulusal eğitim-öğretim sistemi kurdu. Cumhuriyetin ümmetten ulusa, kuldan yurttaşa geçiş ve çağdaş devlet projesi ulusal eğitimle şekillendirildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık bütün birikiminin temelinde ulusal eğitim vardır. Ulusal eğimin omurgası ise laikliktir. Eğitimin laikliğini yitirmesi demek akılcı, bilimsel, çağdaş, karma “ulusal eğitimin” sona ermesi demektir.
Bugün anayasanın, “İnkılap Kanunlarının Korunması” başlıklı 174. maddesine göre “3 Mart 1340/1924 tarihli 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu” anayasal koruma altındadır. Buna karşın bugün yeniden sıbyan mekteplerinin ve medreselerin açılması, kaçak Kuran kurslarına izin verilmesi, denetimsiz yabancı okulların açılması, son olarak ÇEDES Projesi kapsamında okullara “manevi danışman” atanması “Tevhidi Tedrisat Kanunu”na ve anayasaya aykırıdır.
Gelecek hafta: Atatürk’ün Eğitim Devrimi, Cumhuriyetin Eğitim-Öğretim Seferberliği
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları