Zeytindağı’nı yeniden okumak
Sinan Meydan; Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle “Geçmişten ders alınmazsa geçmiş geçmeyen olur.”
“Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? (…) Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan kaybedildi, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz?” (Atatürk, Nutuk)
İsrail-Filistin geriliminin bir anda sıcak çatışmaya dönmesi üzerine Türkiye’de yine o sahneler yaşanıyor: Cami önlerinde ve meydanlarda toplanan kimi kalabalıklar “Mehmetçik Gazze’ye!” diye bağırıyor. Hep yapıldığı gibi yine tarih çarpıtılıyor. Osmanlı’da Türklerle-Arapların hilafet bayrağı altında bir arada kardeşçe yaşadığı, “Arapların Osmanlı’ya hiç isyan etmediği”, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin “Arap düşmanlığı!” yaparak Türklerle Arapların arasının açılmasına neden olduğu ileri sürülüyor. Hepsi de propaganda, hepsi de yalan.
Türk-Arap ilişkileri tarihinin yeniden gündem olduğu bu günlerde Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı eserini yeniden okumak gerekiyor.
Falih Rıfkı Atay, I. Dünya Savaşı’nda Suriye ve Kudüs’te Cemal Paşa’nın emir subayı olarak görev yapmıştı. Atay, o zamanki Ortadoğu’yu; Kudüs’ü, Filistin’i, Arapları, Yahudileri, Arap çöllerindeki Mehmetçiği, Arapların Osmanlı’ya ve Türklere bakışını “Zeytindağı” adlı eserinde anlatmıştı.
YALNIZ, JANDARMA BİZİM
Atay, Arap coğrafyasını dolaştıkça, büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Kendini bu topraklarda çok yabancı hissetmişti.
“Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi. Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz, Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçemeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizim değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. (…) Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin… Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.”
“Osmanlı saltanatı son bürokrat iken bürokrasi bile tam Arap yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmış Türke az rast geliyordum.”
Atay’ın gözlemleri, Osmanlı’nın yüzyıllarca kontrol ettiği Arap coğrafyasının aslında hiç de Osmanlı’ya ait olmadığını gösteriyordu. Atay’ın şu cümlesi acı gerçeği çok iyi anlatıyor: “Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin… Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.”
TÜRK MÜSÜNÜZ?
Atay, Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyasında hiç kök salamadığını, o coğrafyayı vatan yapamadığını gözlemlemişti. Şöyle diyordu:
“Suriye, Filistin ve Hicaz’da ‘Türk müsünüz?’ sorusunun birçok defalar cevabı: ‘Estağfurullah!’ idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.”
“Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. (…) Geç kalmıştık. Artık ne Suriye ne de Filistin bizimdi. Rumeli’yi kaybetmiştik. (…) Halep büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi yabancı idi. Lübnan havası bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere bizim diyorduk.”
Osmanlı yönetimi, Arap coğrafyasında bir “Arap meselesi” olduğunu düşünüyordu. Atay ise böyle bir mesele olmadığını, asıl meselenin çok daha başka olduğunu belirtiyordu:
“Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir ‘Arap meselesi’ vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey ‘Türk düşmanlığı hissi’ idi. Bu hissi ortadan kaldırınız, Suriye ve Arabistan meselesi Arapsaçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.”
YAHUDİ-ARAP MESELESİ
Atay, Arap coğrafyasının etnik ve dinsel olarak bölünüp parçalandığını, insanların birbirine düştüğünü gözlemlemişti:
“Suriye’de HıristiyanlıkMüslümanlık, Filistin’de AraplıkYahudilik, Hicaz’da Şeriflik-Vehabilik meseleleri, bizzat Türk-Arap meselesinden daha azılı idi. Nitekim biz çıktık, nifak bütün Akdeniz, Kızıldeniz ve çöller boyunca yanıp durmaktadır.”
Gerçek şu ki, aradan yüz yıldan fazla zaman geçti, Arap coğrafyasında o nifak bitmek bilmedi, yanıp durmaya devam ediyor.
Atay, daha o günlerde Filistin’de Siyonistlerin gittikçe güçlendiklerini de görmüştü. Şöyle diyordu:
“Filistin’de Siyonistler adeta gizli bir hükümet yapmışlardı. Bayrakları ve postaları vardı. Mektuplarına kendi pullarını yapıştırırlar, kendi memurlarıyla sevk ederlerdi.”
Atay, “Kudüs’ün yerli meselesinin Yahudi-Arap meselesi” olduğunu belirterek gözlemlerini şöyle aktarıyor: “Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap! Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasaba ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızları şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise bu efendilerin hizmetindedirler. Üzümü Arap gündelikçi sıkar, şarabını semiz Yahudi içer. Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır. Yahudi Filistin’de kasabalar, portakal kokuları ile düzgün şoseler, Frenk incirleri ile çevrilmiştir. (…) Paranın ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için ise Filistin’de yoğun Arap nüfusunu topraklarından süren Siyonist sömürgecilerini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı bir külçe altına değmez. Balfour’un bir nutku, Davud’un bütün mezmurlarından daha tesirlidir…”
Atay, Filistin’deki Yahudilerin her geçen gün daha da uygarlaşıp geliştiğine, buna karşın Müslüman Arapların yokluk, yoksulluk ve hastalık içinde kaldıklarına tanık oluyor. Ayrıca zengin Yahudilerin Filistin’deki Arapların topraklarını satın alarak onları topraklarından sürdüklerini belirtiyor. Atay’ın bu anlattıkları Filistin’de bugün yaşanan dramın köklerini gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir.
BENİM AHMED’İ GÖRDÜNÜZ MÜ?
Anadolu’yu, Anadolu Türklerini yüz yıllarca adeta kaderine terk eden Osmanlı, Arap coğrafyasına daha çok önem verdi. Buna rağmen Arap coğrafyasını kaybetti. Kudüs, Beyrut, Şam gitti. I. Dünya Savaşı’nda yüz binlerce Mehmetçik Arap çöllerinden Anadolu’ya dönemedi. Gözü yaşlı analar oğullarının eve dönmesini beklediler umutsuzca…
O günlerin canlı tanığı Atay, “Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdundan kopmuş, uzak Medine içinde iskorpite ve çöle yediriyorduk” diyor. “Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk” diye de ekliyor. Atay, Şam’dan ayrılıp İstanbul’a gelirken hissettiklerini, düşündüklerini ve gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Tren giderken iki tarafımıza Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız ve Halep’siz; öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş öyle perişan bulacağız.
Kumandanım, harap Anadolu topraklarını gördükçe ‘Keşke vazifem buralarda olsaydı’ diyor. (…) Eğer kalırsam diyor, ‘Bütün emelim Anadolu’ya çalışmaktır.’ Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bir anaya şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda kadın durmuş, gelene geçene;
‘Benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘Bu tarafa gitmişti’ diyor.
O tarafa! Aden’e mi? Medine’ye mi? Kanal’a mı? Sarıkamış’a mı? Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa Ahmed’ini görsen ona da soracaksın: ‘Ahmed’imi gördün mü?’
Hayır! Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü (…)
Anadolu; demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed’ini soruyor. (…) Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!” (Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul 2004)
Suriye-Filistin Cephesi’nde, Şam’da, Halap’te bulunan ve Arap coğrafyasını iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlemleri ve düşünceleri de Atay’dan farklı değildir. Atatürk de “Nutuk”ta şöyle diyor:
“Milletimiz asırlarca bu anlamsız bakışla hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? (…) Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan kaybedildi, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz?” (Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk/Söylev, C. II, TTK Yayınları, Ankara 1989, s. 946)
Falih Rıfkı Atay, Arap coğrafyasında gördüklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini ve düşündüklerini Zeytindağı’nda çok etkili bir dille kaleme almıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun deyişiyle “Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hadiselerinden biridir.” Bugün Zeytindağı’nı yeniden okuyanlar acı dolu, ibret dolu tarihi gerçeklerle yüzleşirler. İstasyonda durmuş, gelene geçene “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diye soran gözü yaşlı anaların sesini yeniden duyarlar. Kurtuluş Savaşı’nın önemini, tam bağımsız ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini; ulus olmanın ne çok şey ifade ettiğini daha iyi anlarlar; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’e bir kere daha derin bir minnet ve saygı duyarlar.
Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle “Geçmişten ders alınmazsa geçmiş geçmeyen olur.”
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları